Neredeyse her şeyin gösteriye dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Öyle ki en içte olması gereken duygular bile ne kadar gösterilirse o kadar değerli oluyor. Neredeyse kanıtlı acılar gerekiyor varoluş için. Sen bu konuda ne kadar acı çektin göster bakalım diye soruverecek sanki birisi çıkıp. Neyse ki hâlâ acısını bireysel kılabilen, tüm fırtınalarıyla, kırılmışlıklarıyla kendi içinin kuyusunda acısının derinliğine ulaşabilen yazarlar ve şairler var dediğim bir kitap oldu, Meryem Coşkunca’nın Arkadaş Zekai Özger ödüllü “Geceyle İşlenen” adlı şiir kitabı. Kitap Mayıs Yayınları tarafından basıldı. Coşkunca, şiirleriyle en acımış yanlarımıza incelikli bir üslupla kendi içinden dokunuyor. “İçinden” kısmı önemli çünkü insanın her duygusunun dışsal, görünen anlamlarla yüklü olduğu bir ortamda şair, bizim yani insan varlığının kendi iç çalkantılarına odaklanabilmiş. Bu da şiirlerin duygusal etkisini oldukça arttırmış benim fikrimce.
Birey olabilmiş acıyı önemsiyorum çünkü bu bir anlamda kişinin kendisi olabildiğini de gösteriyor bana kalırsa. Herkesin acıları var bu kabul edilebilir bir durum dünyayı düşündüğümüzde. Ancak çok az şair ya da yazar bu acıyı kendi iç sesini unutmadan, dünyayla yoğurup bir varlık meselesi hâline getirebiliyor. Meryem Coşkunca’nın şiirlerinde beni en çok yakalayan yan bu oldu.
“gereksiz birer ağırlık gibiyiz
yalnız acının bilgisi anlamlı
kurulacak başka söz yok”
Çoğu zaman kendini sadece bedensel ağırlığıyla hisseden bir varlık insan. Dünyanın bilincine vardıkça, insanın dünyadaki anlam krizi büyüdükçe, bir şeyleri değiştirme umudu tükenmeye doğru gittikçe, tüm yollar “hiç”e çıktıkça geriye kalan en anlamlı bilgi acı oluyor sahiden de. Coşkunca’nın şiirlerinin bağıran acısı da bunu anlatıyor sanırım, bireyin dünyadaki anlamsızlığını kavradığı anlarda, içinden umutsuzca yükselen, o çaresiz acı hissini.
Her insanın bir kuyusu vardır içinde, kendince. Kuyu insanın karanlık, herkesle paylaşamadığı yanını temsil eder ancak insanın kuyusunu fark etmesi farkındalık da gerektirir bence. Bu nedenle herkes bulamaz kendi kuyusunu çünkü kuyuyu bulmak bireyin kendi derinliklerine inmesini gerektirir. Kendinin en dibine inip, kendi ruhunun arkeolojisini yapmaya benzer bu biraz. Yaşananların acısını tek tek hissetmeyi, bütünleyip kaybetmemeyi, sayılara sığdırıp rakamların soğuğuna hapsetmemeyi gerektirir. Bu anlamda insanın kendi varlık-yokluk savaşının da önemli bir imgesidir bence kuyu. Ki Meryem Coşkunca’nın şiirlerinde de önemli bir yer kaplıyor bu kuyu meselesi, şu dizelerde olduğu gibi:
“nasılsa kendi kuyuma indim
nasılsa bildim
kuyu bendim”
Bu anlamda Coşkunca kendi iç kuyusunu bulabilmiş genç bir şair olarak çıkıyor karşımıza ve kendi kuyusundan, bazen kendisini o kuyuyla özdeşleştirerek, içindeki kuyu seslerinin iniltisini duyuruyor okura.
Ölüm duygusuyla yaşayan insanlar vardır, bu duygunun insanı yaşatıcı olduğu da söylenir. Birçok yazarda bu duyguyu hissettiğim olmuştur. Bizim edebiyatımızda en çok Tezer Özlü’de hissetmişimdir bu durumu, ölümün o yaşatan yanını. Bu duyguyu ifade etmek zor ama şöyle bir şey hisseder belki de ölümle yaşayan; yaşamdan taşar, acıdan taşar, aşktan taşar, zamandan taşar ve o taşkınlık hâli kelime kelime dökülür, yazı olur, şiir olur. Coşkunca’nın şiirlerinde hissettiğim bir şey de bu taşma hâlinin kelime kelime dökülmesi. Ölememe ama yaşayamama da bu umutsuz bir içsel yanın ifadesi aynı zamanda. Kierkegaard’ın şu söyledikleri biraz anlamlandırabilir sanki: “Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Diğer bütün hastalıklardan tamamıyla farklı olarak, bu hastalık en hayati organlara saldırır, fakat kişi yine de ölemez. Ölüm hastalığın sonu değil, ancak sürekli bir sondur. Bu hastalıktan ölüm vasıtasıyla kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hastalık ve onun işkencesi ve ölüm tam anlamıyla ölememektir” Tam anlamıyla ölememek, yaşamın ölümle iç içe geçmesi ve kurtuluş gibi görülen sona bir türlü varamama hâlidir. Umutsuzun kendine işkencesi gibidir bu biraz, yaşamla insanın kendine işkence etmesi yani. Hepimizin zaman zaman hissettiği bir duygu değil midir bu, hayatın yükünün altında ezildikçe dünyada ne işim var sorusunu sorduğu o ânı insanın, Meryem Coşkunca’nın, “eski tını” şiirinin hissettirdiğine benzer biraz;
“ölemiyordum
ölüm benden besleniyordu
gücü vardı ellerimin inandım
gecenin yumağına dolandım
ağrılarımla bir bir
asıldım iplerine karanlığın
ağırlandım oralarda ve ağırlaştım
alın beni dedim alın çalılıklarınıza
bir bir kanatın incinen yerlerimi
çünkü kalkmamayı iyi bilirdim
ha deyince bir acıdan”
Meryem Coşkunca’nın “Geceyle İşlenen” adlı metni başarılı bir ilk kitap. Şair, gecelerce işlediği dizeleriyle, ölemeyişlerimizle, içimizdeki kuyunun sesiyle, dünyada olmanın çaresizliğinin bilinciyle, ölçüsü olmayan bir acının yüküyle, ruhuyla beslediği kelimelerle işlemiş şiirlerini. İnsanın varlığı ve “hiç”liği arasındaki o bitmeyen çelişkiyi kendi içinde beslediği acılarla örmüş. Kısacası, birçok açıdan dize dize içimize işleyecek, demlendikçe içimizdeki yeri artacak bir şiir kitabı ile karşı karşıyayız da diyebiliriz.
Emek Erez – edebiyathaber.net (12 Aralık 2016)