Günümüzde oldukça ender bulunan nitelikli öykülerden oluşan bir seçki “Seyrek Yağmur”… Ağız tadıyla öykü sanatının zevkine varabileceğiniz, malzemesi günlük yaşamdan alınmış konuların, minimalist şekilde ve vecizler eşliğinde önünüze serildiği bir kitap.
Yazar, duygu ve düşüncelerini öykülerin ortak kahramanı olan Rıfat aracılığıyla aktarıyor. Rıfat, bir kitapçı olduğu bilgisinin dışında, maddesel unsurlardan ayrı tutulmuş, daha çok düşünceleri aracılığıyla sunulan bir kahraman. Dolayısıyla durum hikâyesi tarzında yazılmış bu öyküler, sizi bir sayfadan diğerine çarpıcı satırlarla farklı düşüncelere sürüklüyor.
Kısa öykücülüğün usta örneklerinin verildiği kitapta, yazarın abartıdan olduğu kadar yavanlıktan da uzak edebî üslûbu dikkat çekiyor: “Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti… Huzursuzluğun bale adımı… Bir hikâyenin içinde olmalıyım ki günler aynı kaba damlasın.” (Günler Damlıyor)
Kitabın geneline hâkim olan, bir öykücüde en çok sevdiğim ve olay hikâyesi de olsa öyküye ruh kattığına inandığım özelliklerden biri; iç içe geçmiş felsefi ve psikolojik durumların aktarımı sıklıkla kendini gösteriyor: “Efendiler, tanrılar!” dedi, “Ben hatırlamadıklarımı daha derinden hissediyorum.” (Efendiler Tanrılar)
Barış Bıçakçı’nın edebî üslûbunu yansıtan cümleler, okuru fazlasıyla doyuracak kadar güzel: “Sabahları nereden geldiği belli olmayan bir keder, önce Rıfat’ın başına, omuzlarına bir iki hohluyor, sonra bezini çıkarıp bu hayatta Rıfat’tan tek bir iz kalmayana kadar bütün gücüyle silmeye, ovalamaya başlıyor.”
“Leke”, görünüşte kısa fakat bir kuyu kadar derin ve dipsiz bir öykü. Her satırın derinliklerine inildikçe okumaya kanamadığınızı hissediyorsunuz: “Hayatı üzerinde bir leke gibi taşıyan ya da kendileri hayatın üzerinde bir leke olan insanlar… Ama has okurlar asıl kitapların kendileriyle konuştuğunu düşünüyor ve sesteki otobiyografik tınıya aldırmadan, doğal bir iştah ile ‘İyi İnsan Bulmak Zor’un durduğu rafa uzanıyorlar.” (Leke)
“Geçmişteki bir güne geri dönüp tamir etmesi gereken bir şey varmış gibi hissetti… Yıllar öncesine geri dönüp bir vidayı sıkması, bir çiviyi çakması gerekiyor.” (Tamirat) Herkesin, hepimizin yapması gereken birikmiş tamiratlar… “Tamirat” ne hoş bir benzetme… Ve kalem, okuyucunun ruhuna yaptığı vuruşlarda nasıl da başarılı…
Seyrek Yağmur’da seyrek sevgiler de yer alıyor. Dolayısıyla Rıfat, bir öyküde de sevgilisine sesleniyor. Elbette anlatımı içten ve altı çizilecek kadar hoş:”Ben senin koruyucunum sevgilim. Ben senin gözlerini ufka dikmiş gözcünüm… Ama mor salkımların açtığını da haber verebilirim, mandalinanın çıktığını ve Reha Erdem’in yeni filminin geldiğini de. Hemen iki bilet alalım. Sayımız hızla azalıyor sevgilim.” (Rıfat Sevgilisine Sesleniyor)
Rıfat, Portekizli bir şairin “Güzel bir gün neden uyuma arzusu verir?” sorusuna, kendisine sorulmuşçasına cevap arıyor. Yalın olarak bakıldığında bir şey ifade etmeyeceğini düşüneceğimiz bu tatlı cevap cümlelerini Rıfat öyle sade, samimi bir dille; âdeta lezzetli bir şerbetle sunuyor ki tamamını buraya alamadığıma üzülüyorum: “…sevgilimizin bize sarılmadan önce dünyanın bütün muhtaçlarına sarılıp öyle geldiği bu güzel güne, saatlerin, dakikaların söylediklerine karşı çıkarak, hatıraların arenasında dövüşerek, insanlık tarihinin enkazından her nasılsa sağ çıkarak vardım ben. Şimdi gerçekten de uyumak istiyorum.” Sözcüklerin hece hece azalarak bittiği son cümlesiyle de bana Nazım Hikmet’in “Salkımsöğüt” şiirinin sonundaki müzikaliteyi anımsatarak hoş duygular uyandıran öykü, yazarın şiirsel diline de bir örnek oluşturuyor: “Uyandığımda gün bitmiş oluyor, hayat azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza, azalarak…” (Güzel Bir Gün Uyanma Arzusu Verir)
“Rıfat, telefonun diğer ucunda anasız bir tayın akşam dinginliğini otladığını duyuyor, coşkun ve hüzünlü… Cevap alamıyor ama hemen anlıyor arayanın beylik yıldızlarıyla kadifeden yastığında yatmaktansa gölün sularına dökülen gece olduğunu, çünkü edebiyat eleştirmenlerinin hep belirttiği gibi, hiçbir şey söylemeye çalışmamaktan doğuyor şiir.” (Sessiz Telefonlar): Ve böylelikle yazar, şiir türüne duyduğu yakınlığı yine Rıfat’ın ağzından dillendiriyor.
Öykü içinde düşünce, düşünce içinde öykü… Bir çeşit veciz öyküyle dile getirilen realist düşünceler: “Sevgilisiyle balkonda bira içip aşk, yaşlılık, Roy Andersson’un filmleri ve Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine konuşması gerek. Oysa Tanpınar diyor ki: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” (Alıntıların Gücü Adına)
Bu öykülerde Rıfat’ı adım adım izlerken derin felsefi konulara dalmışlığını yakaladığımız satırlarda, tatlı sohbetlerin tadı damağımızda kalıyor : “Eksiklikten değil; bütünlükten, tamlıktan doğmalıdır tanrı fikri. Bardak dolsun diye değildir tanrı, bardak taşarsa tanrıya ulaşırız.”
Yazar, seçki boyunca sıklıkla insan yaşamının çocukluk dönemine de değiniyor. Psikolojik derinliği olan bu öykülerden birinde bu kez küçük Rıfat, Kanatlı At takım yıldızları hakkındaki düşüncesiyle karamsarlığın eşiğindeki duygularını hem ilginç hem de hoş bir şekilde dile getiriyor:”Bir atın uzun güçlü dört bacağının kendine yetmemesi, kanatlara ihtiyaç duyması çok dokunmuştu ona. Günün birinde benim de kanatlarım çıkacak olursa, diye düşündü, uçacağıma sevinmem, kanat çıkaracak kadar çaresiz kaldığıma üzülürüm.” (Çocukluğun İcadı, İkinci Deneme)
Şiir lezzetindeki kitabın sürpriz kıvamındaki son öyküsü ise büyük şair Oktay Rifat’ın adaşı Rıfat’a yazdığı bir mektuptan oluşuyor: “Bir masaya oturduğumuzda, tek başımıza ya da kalabalık, aydınlık ya da karanlık, bir masaya oturduğumuzda, yaşamaya da otururuz, lütfen bunu böyle bilin.” Böyle bildi Rıfat.”(Mektup)
“Seyrek yağmura şemsiye açılır mı?” Ben açmadan okudum. Öykülerle ıslanmak güzeldi.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (22 Aralık 2016)