Kötülük ve iyilik insanlığın çelişkisini tartışmaktan yorulmadığı iki kavram olarak çıkıyor karşımıza. İnsan, zamanının başlangıcından beri bu soru ile karşı karşıya kalmış bir varlık. “İyi” ne, “kötü” kim, sanırım bu sorular insan varlığı sürdükçe tartışılmaya ve dünyadaki olumsuzlukları bu kelimelere üzerinden yorumlanmaya devam edecek. Farklı farklı dönemlerde pek çok düşünür de zaten bugünlerde bizim sıklıkla yaptığımız gibi bu iki kelime üzerine tartışmış, düşünmüş, konuşmuş. Başka başka süreçlerde yaşananlar üzerinden bu konuya dair çeşitli teoriler geliştirmiş. Bu düşünürlerden birisi de Jean Baudrillard, her konuya olduğu gibi bu konuya da biraz ters yüz ederek bakan bir düşünür olarak çıkıyor karşımıza.
Baudrillard’a göre kötülük ve iyilik konusu ile ilgili yanılgı içerisinde olduğumuz durumlar var, “O Şeytana Satılan Ruh Ya da Kötülüğün Egemenliği” adlı kitabında bunlardan birisinin, iyiliğin mutluluğa, kötülüğün mutsuzluğa indirgenmesi olduğunu düşünüyor. Bu algının sebebinin ise hümanist bir bakış açısına sahip olmamızla ilgili olabileceğine gönderme yapıyor. Buna göre, insan doğasında iyilik vardır. Kötülük ve mutsuzluk kazaen ortaya çıkmaktadır (a.g.e. 2012: 134). Bu bakış hatalıdır onun fikrince çünkü bu aynı zamanda kusursuz bir insana ve gittikçe iyi olabileceği düşünülen bir türe inanmak anlamına gelir. Kötülük kazara insanın başına gelen bir şey de değildir, sorun insanın ne kusursuz “iyi” ne de “kusursuz” kötü olduğunu kabul etmekle ilgilidir. Bu anlayışı evrimci düşünce ile de açıklar Baudrillard, ona göre: Tek hedefi iyilik olan evrimci düşünce bu durumu şu ya da bu tür adına –ki bu ahlâksızlığın dik âlâsıdır- göz ardı etmektedir. Zira tüm ayrımcılıkların kökeninde bu vardır (a.g.e. 2012: 134). Bu düşünceye göre insan en üst kategori ile ifade edilir ve bu nedenle diğer türler şemanın altlarında yer bulur. Bu da bizi türcülüğe götürürken sosyal alanda da insanlar arasında kategorize etmeye yol açar. Kötülük ve mutsuzluk da eşdeğer değildir çünkü mutsuzluğun kaynağı kusursuz kötülükten gelir anlayışı hatalıdır. Bir insan kendisini “iyi” olarak konumlayıp “kötülerden” şikâyet ederken, kendisinin de ideal iyi olmadığını düşünmesi gerekiyor ve belki o ideale ulaşmak için değil de öyle ideal bir iyiliğin olmadığını kabul edip, bunun farkında olarak varlığını sürdürmesi gerekiyor.
Bahsettiklerimiz bize uzak değil hepsi bir gündelik pratiğe karşılık geliyor, hiçbirimiz “kötülük” karşısında mükemmel iyiler değiliz. Kötülük karşısında “iyiye” konumlanıp, “mutsuzluğu” onunla özdeşleştirip, izliyoruz bu durumda insanın mükemmel iyi olmadığını kabul etmek, sanırım en doğru değil ama en samimi yol. Mutsuzluğun bu nedenle kötülüğe gönderme yapması da sorunlu ki Baudrillard’a dönecek olursak, ona göre kusursuz olan tek şey zaten “hiçbir şeye gönderme yapmayan hiçlik” (a.g.e. 2012: 134).
Budrillard’ın “kötülük” konusunda değindiği bir diğer durumda kötülüğün artık iyiliğin içinde bulunan bir şey olması ve iyiliğin varlığını kötülüğün içine dağılmış bir şekilde sürdürmesi. Çünkü ona göre; kötülük iyiliğin biçimi bozulmuş görünümleridir (a.g.e. 2012: 137). Bundan ne anlamalıyız diye düşündüğümde aklıma şöyle bir örnek geliyor, bankalar size iyiliğiniz için ev, araba, iş sahibi olmanız için krediler veriyor. İhtiyacınız olsun olmasın tüketin diyerek kredi kartlarına boğuyor. İşte sanırım Baudrillard’ın ifade etmeye çalıştığı şeyin karşılığı biraz böyle bir şey yani bize “iyilik” görünümlü kötülükler yapılıyor ve bu nedenle de “iyilik” dediğimiz kavram bu açıdan bakıldığında “kötülükle” benzer bir anlama geliyor. Anlamı değişmeyen şey ise bu kavramları insana dair kullandığımızda hep genel ve ideal anlamda kullanmamız, tıpkı bankalar gibi insanlar da iyilik görünümü verilmiş “kötüler” olabilirler. Örneğin; kendisini egemenin söylemine teslim etmiş bir insan için devletin “kötülüğü” iyiliktir. Ve bu insana göre, kendisi bu konumlanmadan dolayı “iyidir”. Veya tam tersini de düşünebiliriz.
Baudrillard “Karnaval ve Yamyam” adlı kitabında egemen olan bir şeyin karşıtı olamayacağını da savunuyor (a.g.e. 2012:27). Kötülük için de böyle bir şeyden söz edilebilir. Kötülük egemense o zaman onun karşısında bir iyilikten de söz edilemez. Çünkü yine Baudrillard’a göre: Eğer iyilik kötülüğün tersi olsaydı nihai aşamada bir kefaret ödeme koşuluyla kendisine olumsuz bir görünüm kazandırabilirdi, ama artık iyilik diye bir şey yok, iyilik bir yanılsama bir hayalden ibaret bir şeye dönüştü (a.g.e. 2012: 28). Dünyanın bu denli kötü bir sürecinde sanırım iyi olmak için kötülüğe de çok ihtiyaç yok demek istiyor Baudrillard. Kötülük o kadar egemen ki iyilik var olmak için kötülüğün varlığına ihtiyaç bile duymuyor. Öyle bir durum ki bu yine Baudrillard’ın ifade ettiği gibi; bizler bu tekelleşmiş küresel ağların içinde yüzen rehineleriz. Aynı zamanda hem kurban hem de suç ortağı konumundayız (a.g.e. 2012: 29). Bu açıdan da Baudrillard’a katılmak gerek. Suçun ve suçlunun neredeyse ayırt edilemez olduğu, gerçekliğin ortadan kaybolduğu bir dünya durumunu yaşıyoruz. Devleti ve kurumlarının suçluyoruz, katliamcı olduklarını her daim yüzlerine vurmaktan çekinmiyoruz ancak elektrik, su, internet gibi ihtiyaçlarımız nedeniyle ödediğimiz faturalarla doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan devletin suçlarına destek oluyoruz. Çünkü sistem bizi bir şekilde kendisine bağımlı hale getirme gücüne sahip. Bu durumda sisteme bağımlılığımızla kurban statüsünde, bu bağımlılığın getirisiyle devlete verdiğimiz destek ile de suçlu statüsündeyiz. İşte bu nedenle de artık iyi olmak için kötüye ihtiyaç yok çünkü onun egemenliği altındayız ve bu nedenle “iyi” olduğumuz iddia edemeyeceğimiz gibi iyilik denen kavramın varlığından bile söz edemeyecek bir çaresizlik içindeyiz.
Kötülüğün bir diğer açısı ise Baudrillad’a göre; hakikati ortaya çıkarıcı bir misyona sahip olması. Hakikatin dokunduğu ve insanları etkilediği bir hassas nokta varsa bile paradoksal bir şekilde bunun ortaya çıkmasını sağlayan şey kötülüktür. Oysa insanlar hâlâ Aydınlanma Çağı ve akılcılığa uygun bir açıklama beklentisi içindedirler. Bu tür açıklama tarihsel bir gerçekliğe sahip olmuş olabilir ama günümüzde hakikatin beklenmedik bir şekilde ortaya çıkıp, gücünü göstermesini sağlayan şey kötülüktür (a.g.e. 2012: 42). Böylece Baudrillard, burada kötülüğe neredeyse olumlu bir anlam yüklüyor. Üzerine düşününce de aslında bu fikrin bir doğruluk payı taşıdığını görebiliriz. Gezi Direnişi sürecinde devlet pratiğiyle ve baskı aygıtlarıyla ilk kez karşılan “sıradan” insanların; medyaya, devletin kolluk güçlerine, “kutsal devlete” olan bakış açılarının değiştiğine tanıklık etmiştik. O günlerde yaşananlar da bu açıdan düşündüğümüzde kötücül uygulamalardı ve bu durum bir anlamda “sıradan” insanlarda bir yüzleşme de sağlamıştı. Burada kesin bir hakikatten söz etmiyoruz elbette ancak genel olarak görünenin, yüzeye yansıyanın altında başka bir hakikatin olabileceğini, o günlerdeki uygulamalar sayesinde fark edildiğini söyleyebiliriz.
Baudrillard, düşüncesinde kötülük konusunun oldukça farklı açılardan ele alındığını görüyoruz. Böylece kötülüğün de iyiliğin de mutlak kavramlar olmadığını oldukça somut bir şekilde fark ediyoruz. İnsanın kendi iyiliğini isteyen her şeye karşı mücadele edebilecek güce sahip olması gerekir (a.g.e. 2012: 44). Çünkü bahsettiğimiz gibi bize iyilik adı altında gelen onlarca kötülük var. Bu konuda Gilmore örneğini veriyor Baudrillard. Gilmore, 17 Ocak 1977 tarihinde Amerika’da çifte cinayetten dolayı idam edilen bir suçlu (a.g.e. 2012: 44). Gilmore, idam edilmesinin yanlış olduğunu bilse de yaşam hakkını savunanlara karşı yaşamamayı tercih ediyor. Baudrillard’a göre, onun yaşamak istememesinin nedeni, ölüm cezasından yana olmasından çok bu karşı gelme hakkı tanınmayan, yaşamak zorunluluğuna, bu kurumsallaşmış “insan hakkına” karşı hiçbir şekilde karşı çıkılamayacak bir başka hakkı, ölüm hakkını kullanmak (a.g.e. 2012: 46). Baudrillard buradaki meydan okumayı, bir anlamda hayatını devam ettirip etmeme kararını elinde bulunduranlara, bir boyun eğmeme hareketi olarak değerlendiriyor. Gilmore pişman olmaktan ve yaşam hakkını elinde bulunduranlardan özür dilemektense, daha açık ifadesiyle kendisinin iyiliğini isteyenlerden bunu dilenmektense ölmeyi tercih ediyor, böylece yaşatma hakkını elinde tutanların iyilik adı altındaki egemenliğine karşı, kötülüğü seçip ölme hakkını kullanıyor. Eğer, Gilmore yaşamayı seçse idi, Baudrillard’ın dediği gibi, komaya girmiş bir hastanın sonsuza dek yaşamaya mahkûm edilmesine, yani bağlı olduğu aletlerin şalterlerinin indirilmemesine (a.g.e. 2012: 47) benzer bir durum ortaya çıkacaktı.
Baudrillard düşüncesinde kötülük çok yönlü bir kavram olarak ele alınıyor. Sanırım bu mesele ilgili en net sonuç: Kötülük ve iyilik gibi kavramların mutlak, kesin, ideal olmadığı ve kötülüğün egemen olduğu bir çağda iyinin varolmak için kötülüğe ihtiyacı kalmadığı olabilir.
Kaynaklar
Baudrillard, J., (2012), Şeytana Satılan Ruh Ya da Kötülüğün Egemenliği, “Kötülük ve Mutsuzluk”, (Çev. Oğuz Adanır), İstanbul: Doğu Batı.
Baudrillard, J., (2012), Karnaval ve Yamyam, “Karnından Konuşan Kötülük”, (Çev. Oğuz Adanır), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Emek Erez – edebiyathaber.net (26 Aralık 2016)