Yüzüm özleminle solacak (I): Sudan ömrüm | Feridun Andaç

Ocak 3, 2017

Yüzüm özleminle solacak (I): Sudan ömrüm | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifAçıp, “Düşünmek Acı Verir” bölümünü bir kez daha okudun romanın.

Julien’in öyküsünde dünle bugünün “acı”sı vardı. Yaşanıp hatırlananla, yitirilip kavuşulan… Zamandan zamana geçişlerde dönüşülen durumların insanı nasıl değiştirdiğinin öyküsünü anlatırdı hep Stendhal.

Kendinden çıkıp giden insanın öyküsünde başka ne bulabilirsiniz ki… Roman, biraz da bunları anlatmaz mı bizlere? Hele hele iyi romanlar, romancıların söyledikleri bu nedenle zaman burcunda hep asılı dururlar. Roman kahramanları ise her dem bizleri gelip gelip bulur… Bununla da yetinmez hatırlatır, gösterir, uyarır, sevdirir, bazen de öfkelendirir…

Tıpkı Julien gibi…

Diderot’nun Kaderci Jacques ve Efendisi’ni okurken de yer yer gülümser, kimi kez de öfkelenmez misiniz insan budalalıklarına!

Evet, yetersiz akıl süründürür; daha da ötesi körleştirir. Julien biraz böyle mi? okur olarak siz kendinizi katın ona, nasıl olurdunuz o koşullarda? Koşulların gücü var etmez mi insanı; ya toplumsal enerji… Kaçabilir misiniz bundan, tıpkı aşktan kaçamadığınız gibi…

Giuseppe Tornatore’nin filmi La corrispondenza da seni öyle bir zamanda yakalamamış mıydı?

Hiç düş kurmayan insan nasıl ruh körlüğündeyse; sevmeyen de, “özverilerle beslenen bir sevgi” ırmağından geçmeyen de öldürücü yaranın ne olduğunu bilemez. Bir yönetmenin aynasına yansıyanlarla bir romancının gezdirdiği aynada karşınıza çıkanlar biraz da “iyi sanat”ın gücünü gösterir.

***

zeycan-hassas-kalp-1
Ressam: Zeycan Alkış

Her ömrün “iyi okuma” çağları vardır, olmalıdır da!

Sense, Stendhal’le buluştuğun o ilk gençlik çağını en mutlu çağ olarak adlandırırsın. Orada hem aşkın hem de yaşama menziline yolculuğun tutkularına bürünmüştün. Aklın, ruhun, bilincin seni alıp taşımıştı düşler düşünceler ülkesine.

Roman, insana düşünme alışkanlığı verir; bir de duygu eğitiminden geçirir.

Stendhal sana hem bunları hem de sudan ömrünün nasıl bir yaşama çağlayanına dönüşebileceğini göstermişti.

Sünen, aldatıcı bir benlik sanrısında tutkusuzca sürüklenen biri olmak yerine; kendi menzilini yaratan bir yolcu olmayı da öğretti sana o anlatı büyücüsü.

Ve, “sudan ömrüm” dediğin her vakit; şairin şu sözleri de gelip gelip buluyordu seni:

“Birinin gelip senin içinde yüzmesine, senin içine yerleşmesine, senin içine alçı dökmesine izin veriyorsun ve sen hâlâ kendin olmak istiyorsun.” (Henri Michaux)

Şimdi susuz, topraksız, ateşsiz ve bulutsuz günlerdesiniz madem; madem ki can çadırı da berhava olmuş, yolsuz izsiz kalmışsınız… Öyleyse, gidip pınarın kaynağını bulmaya verin kendinizi.

Tutkuyla bağlanabileceğiniz bir romancının birkaç satırını ezberinizde tutun. Oradan kendi sudan ömrünüze, hem de menzilinize varmak için çıktığınız yolculuğunuza bakın.

Can turacı nedir, kendi ılgınında açan bir çiçeğin ömrü nereye varır, sesinize ses vermeyen bir huma kuşu neden hep kendi göğünde yalnızlığına kanat vurur… Bunları da o yolculuğunuzun bend-i bahrine katarak anlamaya çalışın.

Ve o anlatıcı ki, kahramanı Julien’i taşkın bir hayatın kollarına salarken; her insanın sudan bir ömrü olduğunu fısıldamıştı kulağına: ne ateş yakar, ne toprak ısıtır, ne hava can verir sevenlerin kavmine.

Bir tek sözle nefes alır insan; sözle bağlanır, sözle küser, sözle kanatlanıp can bulur.

Sudan ömrünün farkında olmayan, mutsuzluğa çabuk alışır. Tıpkı, rasgele biri olmamak için gidip aşkın menziline kavuşma düşlerinde birinin tutkusundan hemen vazgeçmesi gibi…

izim5_1
Ressam: Zeycan Alkış

Ve sadık okur olarak, çağlarını alevlendiren bir romanın yeniden can bulan satırlarına dönüp, adeta üflercesine o “cahil su”ya okumak istiyorsun şimdi:

“Akşamüstü esrar mangalının başından kalktım. Odamın penceresinden dışarı baktım. Kapalı bir kasap dükkânıyla kara kuru bir ağaç görünüyordu. Karanlık gölgeler birbirine karışmıştı. Her şeyin boş, gelip geçici olduğunu hissediyordum. Katran karası gökyüzü sayısız parlak yıldızla, delik deşik olmuş, köhne, kara bir çadırı andırıyordu. Bu sırada sela duyuldu. Zamansız bir selaydı. Güya kadının biri, belki de o şırfıntı doğuruyordu; oturmuştu kerpiç üstüne. Bir köpeğin çenilemesi de karışıyordu sabah selasına. Düşündüm de, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı.” (Kör Baykuş, Sadık Hidayet, Çev: Mehmet Kanar)

Ve şairin sözünün kavmine indi bakışların:

And olsun ki çürüdü kalbimde hicran

ulaştım tadına kutsal sözlerin ve acı ateşin

küfrün bağışına, zulmün zevkine erdim

-ama hâlâ hasretin canımda umman (Refik Durbaş)

Aramızdaki can tüneğiydi seher uykularda zaman çadırını kuran; gülün ömrüne kederlenen, tarumar olmuş bahçelerde Hafız ile şevke düşen…

Başımızda sevdanın havası dönüp duruyor. Bak hele şu divane başta neler dolaşmada!

Kim, senin zülfünün çevgânına gönül verdiyse gayri top gibi başsız, ayaksız aşk meydanında yuvarlanır durur. (Hafız Divanı, Şirazî)

Hadi, avut beni kederli dil; suskun gök, unutulan bilinç, hatırlamayan bellek; avut ki, sudan ömrün menziline varmak için gidemeyeceği cennet düşlerindense, kendi cehenneminde yanmaya hazırlasın kendini o can…

Ve şimdi yoluna düşülenin uğrunda bir söze, bir dile, bir de duyguların ehlileştirilmesine bağlanarak gündüzünüzü gece gecenizi de gündüz kılıyorsunuz… Okudukça ve yazdıkça…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Ocak 2017)

Yorum yapın