Polonezköy, bin sekiz yüz kırk iki yılında, Polonyalı siyasî lider Prens Adam Czartoryski tarafından, İstanbul’un Beykoz ilçesinde kurulmuş. Polonya, Rusya savaşından kaçan bir grup azınlığa yurt olmuş köye, sonraki yıllarda başka göçler de eklenerek Polonyalı nüfus artmış olsa da günümüzde düzgün Lehçe konuşabilen sayısı oldukça az.
Meliha Akay, Truva Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Polonezköy Kelebekleri” isimli romanında, turistik bölgeyi mekân olarak kullanmış. Uzun yıllar önceye dayanan fakat ustaca üstü kapatılmış bir intikam arzusunu, duyanları şaşkınlık içinde bırakacak büyük bir planın açığa çıkarılışını anlatırken, paralelde hazcılık (hedonizm), milliyetçilik, günümüz modern köleliği olan sendikasız, sigortasız işçilik ve aile köklerini arama gibi konuları da ele almış.
Yazarın dili akıcı, cümleleri kısa ve betimlemeleri çok zengin. Adeta bir kamera gibi çevreyi, eşyaları izliyor, detayları, renkleri, şekilleri kayıt edip okura sunuyor.
Pansiyondan bozulup otele dönüştürülmüş mekânda “… otantik dekorasyona ve bütün özene karşın kesif bir terk edilmişlik” duygusu hâkimdir. Restoran olarak kullanılan salona “vaktinden önce eskitilmişlik kokusu, dahası sürgüne gitmiş insanların geride bıraktığı keder” sinmiştir adeta. “Ne pembe masa örtüleri, ne bordo tül ve perdeler gizleyebilmiş”tir göçmenlerin gizli öfkesini, korkusunu.
Romanın kahramanı olan gazeteci Zümra, patronu tarafından röportaj ya da haber konusu çıkarması için köye gönderilir. Bir hafta süresi vardır ancak oldukça sakin yaşama sahip bölgeden dikkat çekici bir konu çıkarmak neredeyse olanaksızdır. İlk gün kulağına gelen silah sesleri onu biraz heyecanlandırır. Olağan avcı atışları olduğunu öğrenmesiyle umutları suya düşer. Ardından, oteldeki odasında bulduğu pembe dantel bir elbiseyle umutları yeniden yeşerir çünkü cebinde çarpıcı cümlelerle yazılmış uzunca bir de not vardır. Hemen, pembe elbisenin sırrını araştırmaya başlar ancak peşine düştüğü izler onu daha da büyük gizlere sürükler.
Toplu taşımanın olmadığı Polonezköy’ün şehir merkezinden uzaklığı, âşıklara ya da günübirlik ilişkilere uygun zemin yaratır. Bu nedenle köye gelenler genellikle kadınlı erkekli çiftlerdir. Otoparklar tıklım tıklım doludur ancak ortalarda personelden başka kimsecikler görünmez. Aristippos’un hazcılık felsefesini benimseyenler için, ideal yaşama ulaşmak, bedensel hazzın doyumuna bağlıdır ve köye konaklamaya gelenlerin büyük çoğunluğunun yaşam felsefesi budur. Günümüzdeki tehlikelerin en büyüklerinden sayılabilecek bu “yükselen değer” sadece yeme, içme, eğlence ve cinsel hazzı önceler ki gerek günümüzde gerekse geçmişte, yönetenlerce tüm dünya halklarına pompalanan yaşam biçimidir. Örneğin, iki erkek otele gelmiş kızlardan biri, sevgilisinin beline sarılarak, “Masalın içinde gibiyim.” der. Onlar, “Dünyayı sihirli bir yere dönüştürememişlerdi belki ama yazgılarına sihirli bir değnek dokunmuştu sanki…” Fakat sabah uyandıklarında gerçekle yüz yüze gelirler. Erkek arkadaşları telefonlarını çalıp sırra kadem basmışlardır. Kızların ceplerinde ise taksiye verecek beş kuruş paraları yoktur. Onlar, masallardaki prensesler gibi yaşamayı düşleyip varlıklı olduğunu düşündükleri erkeklere yanaşırken, erkekler de kendi masallarını oluşturmak uğruna hırsızlık yapmaktadırlar.
Pek çok işletmede olduğu gibi bu otelde de kendini kral sayan bir patron ve işine son verilmekle tehdit edilen çalışanlar vardır. Tazminat alamadan işsiz kalma tehlikesi, Demokles’in kılıcı gibi personelin tepesinde sürekli sallanır durur. Her işten çıkarılanın ardından, kalanlar, “Şimdi sıra kimde?” diye sorarlar birbirlerine. Bu soru aynı zamanda klasikleşmiş bir esere de göndermedir. “Ronda Kasabası… Kayalıklar üzerinde kurulu… Tarihi köprü. Altı uçurum! Köprünün üzerinde hapishane… Ölüm emri verilen mahkûmlardan sırası gelen köprüden uçuruma atılırmış ve çan çalmaya başlarmış. Hayatta olan mahkûmlar birbirlerine dönerek ‘Şimdi sıra kimde? Çan hangimiz için çalacak? diye sorarmış.” Hemingway, o ünlü romanını İspanya’da Ronda kasabasında yazmış. Ülkeler ve yıllar değişse de zayıftan yana ne yazık ki değişen pek bir şey olmadığı kesin diyebiliriz.
Romanın önemli karakterlerinden biri de Josef’dir. Annesi Polonyalı, babası Türk’tür. Babasının ikinci evliliğinden doğan kardeşleri vardır fakat onlarla tanışmayı, görüşmeyi istemez. “Avrupa’yı, Amerika’yı gezmiş, dolaşmış, savaşların olmadığı, kurşunların yağmadığı, kıyımların, ölümlerin yaşanmadığı mutlu ve bilge toplumu aramış durmuş!” olsa da huzura kavuşamamıştır. Polonezköy, Josef için bir çeşit sığınaktır. Burada olmaktan mutludur ancak onu da hiç beklemediği bir sürpriz beklemektedir.
“Erdem, iyi niyet, istenç, inanç kötülük amacıyla kullanıldığında ‘günah’ olduğunu” bütün kitaplar söylüyor olsa da insanoğlu var olduğundan bu yana günaha hep yakın durdu. “Yeni bir devlet” kurma hayalleri, büyük bir aşkın hiç sönmeyen acısı, bastırılamayan nefretler, dindirilemeyen öfkeler, aşkın gücü, milliyetçiliğin varabileceği uç noktalar… Zengin olay örgüsü, çözülmesi gereken pek çok düğüm…
“Sahi oyun oynayan kim? Hayat mı, yazgı mı, zaman mı, kendimiz mi? Mevsim ayırt etmeksizin en umulmadık yerlerde, köşe başlarında kavşaklarda, bir anda indiriveren, sırılsıklam eden, titreten, yüzümüze tokat gibi çarpan çıvgına karşı yürürsün… … belleğinde şimşekler çakar, görmediğin gerçeklik gün yüzüne çıkar bir anda”
“Polonezköy Kelebekleri”, farklı kurgusuyla, içerdiği merak ögeleriyle, akıcı anlatımıyla görünenin ardındaki görünmeyenleri, edebi bir dille anlatıyor.
Nalan Yılmaz – edebiyathaber.net (10 Ocak 2017)