2010 yılında “Panovaroş” adlı öykü dosyası Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne değer bulunan Aysun Kara’nın 2014 yılında yayımlanan “Kıymık” adlı öykü seçkisinden sonra merakla beklenen üçüncü kitabı da raflarda yerini aldı.
Geçtiğimiz günlerde Ayizi Yayınları’ndan çıkan “Sessizce Şarkı Söylüyorduk” adlı öykü seçkisiyle bir kez daha yüreklere dokunan yazarın, yalın dili ve şiirsel üslûbu dikkat çekiyor. İçlerinde kısa öykülerin de yer aldığı toplam on dokuz öyküyle hüzün, aşk, toplumsal olaylar, tarih gibi pek çok temayı kaleme alan Aysun Kara, okuyucuyu satırların peşi sıra sürüklüyor.
Örneğin, alışkanlıkların verdiği güven ve rahatlık duygusu uğruna mutsuz bir yaşama tutunan insanın, belki de yaşamın köklerine dek inebilecek farklılıkların tadından yoksun kalışındaki hüznün yansıtılmasında olduğu gibi: “Giden o, kalan ben. Tül perdenin aklığına, koltuğun leke tutmayan kadifesine, Hereke yolluğun saçaklarına, kapı önündeki hoş geldiniz paspasa tutsak ben.” (İkilem)
Biraz yaz, bir parça ortanca, fesleğen, karanfil kokusu ile taraça kapısı bir araya geldiğinde, bu kez romantizm kokan şiir tadında bir öykü düşüyor orta yere... Ansızın aklıma, sevgiliye “siz” diye seslenen belki de en kibar güfteyi getirircesine… : “Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz./ Derinden bakınca gözlerinize, neden başınızı öne eğdiniz.”: “Hayat Caddesi Aralığındaki o eski Rum evi pansiyon oldu. Çıkmaza adım atınca hep pansiyon artık Rum evleri. Duvarına yaslanmış akasyadan değilse de kalan çayı dibine döktüğüm sabahlardan anımsayacaksınız… Gecelerde ansızın çıkıp gelişiniz hiç olmamış değil. Çocuklar, kediler ve taraça kapısı yalın yürek geleceğinizi seziyor olmalı.” (Çocuklar, Kediler ve Taraça Kapısı)
Kabaca bir isyanın çok dışında, ince sezdirmelerle kitap boyu sıklıkla işlendiğine tanık olduğunuz kentleşmeye ve insanlardaki yozlaşmaya sitem; kimi vakit aşk sözcüklerinin arasına yerleştirilmiş olarak karşınıza çıkabiliyor. Bu noktada satırlara yansıyan incelik, oyalı tülbentlerin hatırasının insanı rahatlatan serinliği misali iyi geliyor:
“Aşktan bir an öncesiydi… Salkımlarında coşkuyla direnen iki üzüm tanesi gibiydi bakışları, yeşil ya da ela. Mevsimlerdir kimsenin eline kazma kürek alarak toprağı havalandırdığı, ağaç diktiği –asma, hele de mor salkımlısına heveslendiği- görülmüş değildi. Hem yeşilini halı sahalara devretmiş bu şehirde bir asmanın kime ne zararı vardı?”(Mor Salkımlı Asma)
Mor salkımların arasından bu kez günümüzdeki farklı bir realiteye geçiş yapan yazar, “O çocuklara” adadığı öyküsünde Gezi Parkı olaylarından kareler aktarıyor ve yaşamını yitirenleri anıyor. Düş gücünün yaratıcılık üzerindeki büyüsüyle acı yaşanmışlıkları masalsı bir anlatımla sunarken öykü kahramanlarının gerçek kişilerden alınmış olması farklılık yaratıyor: “Çevresinde kuşlar dört dönüyordu. Kaşları bitişik çocuk kanatlarını çırparak geçip gitti yırtıktan. Seslendim, duyuramadım, güneşe doğru hızla yükseldi. Ardından göğün ortasındaki kırmızı delik bir anda kapandı, izi bile kalmadı.”(Parka)
Ayvalıklı olan yazarın bir kıyı kentinde yaşanmışlıklarının olduğunu sezdiren satırlara rastladığınız öyküler ise kış ortasında yaz mevsimiyle birlikte deniz ve balık kokusunu çok yakınınızda hissettiriyor. Bu kez kendinizi Ayvalık sahilinde bir balık lokantasında buluyorsunuz. Deniz çakısı, sülüna, istifno, ada beyi gibi terimleri ilk kez duyanlar, bu öykü sayesinde kelime dağarcıklarına ekleyebilirler: “Kalamar, dolma, ahtapot ızgaranın ardından ak porselen tabakta deniz çakısı geliyor. Yahnisi, eğer isterseniz pilavı da pek lezizmiş. Masada deniz çakısı yahnisinin nasıl hazırlandığını merak eden bir mutfak faresi olmasa nam-ı diğer sülünayı tanımayacak, afiyetle yiyecektim.”(Deniz Çakısı Değil Sülüna)
Ve yazarın Homeros’un izlerine rastladığınız destansı öyküleriyle karşılaşmak da elbette size doğal gelecektir. Bu öyküler, dünyalılarla tanrıların, tanrıçaların birlikte oynadıkları bir film gibi kurgulanmış desek abartmış olmayız sanırım. Ozan, Afrodit, Helen, Zeus, Hera ve diğerleri. Mekân elbette Kaz Dağları’ nın gizemli yamaçları. Bu kez yaratıcılığın bir başka örneği olarak gerçekle efsane, düşle mizah iç içe: “Zeus Hera’yı koluna takıp dört kısrağın çektiği, ahşap üzerine kabartmalı bronz levhalarla kaplı arabaya binerek kadın doğum kliniğinin yolunu tutmuş… Muayeneler, tetkikler bir çırpıda halledilmiş. Tanrı oğlu Hepastos sıradan bir embriyo gibi tanrıçanın rahmine yerleştirilmiş.”(Hera Kadın Doğum Kliniği)
“Sessizce Şarkı Söylüyorduk” sadece yaşadığınız ana değil, yakın geçmişe, tarihe ve duygularınıza dokunarak aklınıza takılan renkli öykülerle donatılmış bir seçki. Ve kitabı açtığınız anda karşılaştığınız dizeler kadar da incelikli: “Birazdan uyuyacaksan bir şarkı düşün./ Şarkı, insanın sesiyle düş görmesidir.” Hulki Altunç
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (24 Ocak 2017)