Bir tür sıkışmışlık hissi. Elbette bilirsiniz.
Göğüs kafesinde bir tohum önce. O neşeyle, coşkuyla dolmayı bekleyen engin kafeste minik bir tohum. Ama ağır. Belli ki yüklü. Hissettirir kendini her solukta. Usul usul önce. Sonra büyüyerek, arttırarak basıncını. Kesif. Hapishanesinden hoşnutsuz. Konak bedende huzursuz. Belki o bedenin yalnızca konak olmasından, belki bedenin ta kendisinden.
Büyütür varlığını yoğunlaştırarak. Göğüs kafesinde bir ağırlık şimdi; sıkışmış bir varlığın bedene verdiği sıkıntı. Filizlenmiş ama yine de tonlarca ağırlık var üstünde; yırtıp atamaz onu bastıran konağı. Bulaştırır. Sıkıntısını, sıkışmışlığını. Konakçı, o ufarak varlık – belki henüz varlık bile olmayan o yabancı – bulaştırır tüm bedene yerçekimsiz bunaltısını. Ağırlaşır ağırlaşır; belini büker insanın günün orta yerinde. Söz söyletmez, dert anlattırmaz. Vardır, yüktür. Yalnızca bununla yaşamaya iter konağı, insanı. İçinde büyüdüğü beden suskunlaştıkça palazlanır. Varlığına ilişkin sözcükler yutuldukça beslenir.
Bir tür sıkışmışlık hissi. Elbet bilirsiniz. Gün gelir kendi varlığını ilan eder. Yuttuğu sözcüklerle, çöp ettiği coşkularla, içine alıp kara bir yığına kattığı umutlarla. Büyüyen varlığının yarattığı sıkışmışlıkla. İnsanın içinde yaşamaya başlayan başka birinin verdiği sıkışmışlıkla. Göğüs kafesindeki o parazitin çaldığı solukların sıkışmışlığıyla. İnsanın içinde büyüyen o en zalim yabancının, insanı kendi içine hapseden sıkışmışlığıyla.
Elbet bilirsiniz. Elbet geçer, öyle değil mi? Konağı eksiltse de geçer. Belki tamamen, belki bir süre için. Belki bir öyküye dönüşerek, öyküde kendine ait bir beden bularak. İşte, Cortazar’ın öykülerinde bunu okudum.
Cortazar’ın Ötekinin Rüyası’nda (Julio Cortazar, çeviren Süleyman Doğru, Can Yayınları, İstanbul, Aralık 2016) yer alan çoğu öyküde – özellikle de Poevari öykülerinde ki bunlar hiç de az değil – insanın içindeki bir “şeyin”, bir başkasına dönüşmeye çalışan o yakın yabancının yarattığı sıkışmışlık hissi öne çıkıyor. Bu sıkışmışlık kimi zaman cinnete ve bilinmeze açılıyor, kimi zaman sıradan bir yaşamın en olağan – ve katlanılmaz – düzenine.
Bölünmüş benler, çoğalmaktan saydamlaşmış kişilikler, ölümünü izleyecek kadar bedeninden kopmuş zihinler, diğer beni bulmak için kendini feda edenler; kendinde ötekini izlerken tam da o ötekinin sararıp solmuş anısında eriyip gidenler…
“Onu köprüde bulacağım ve birbirimize bakacağız. Konser gecesi orada aşağıdaki buzların kırılışını kulaklarımda hissediyordum. Ve kraliçe, o kötücül ilişki, o münasebetsiz ve sessiz gasp karşısında zafere ulaşacak. Eğer o gerçekten bense boyun eğecek, benim ışıltılı, daha güzel ve daha güvenli hayatıma kayılacak; sadece yanına gidip elimi omzuna koymam yeterli olacak.”
Cortazar’ın geniş bir zaman aralığında yazdığı öykülerden derlenen Ötekinin Rüyası kuşkusuz birçok izlek taşıyor. Bunların arasında bir ortaklık kuran ise öykülerin aynı gezegende yer alması. Tekinsiz bir gezegen bu. Kimi yerçekimi aniden çekiliveriyor ayaklarınızın altından. Kimi yerde magmaya sıkışıveriyor insan. Günlerin boz sıradanlığı ölümün çok yakın tanıklığına dönüyor bazen.
“Şu görüntüm etten kemikten yapılmış beden hapishanesine geri dönmeliydi; eğer ölmek gerekiyorsa, ikimiz birlikte, böyle ucunun nereye varacağını kestiremediğim bir bölünmeye maruz kalmadan ölmeliydik… Yaşam zamandır! Bu düşünce neden bana işkence ediyor? Yaşam zamandır! Ama benim şu anki zamanım her türlü ölümden daha beter; bu bilincine varılan bir ölüm, bir ölüm döşeğini başucundan kendi bedenimin çürüyüşüne şahit olmam demek…”
Bazen bir annenin yalnızlıkla yüklü mektubu çoğalan ve kısırlaşan bir yaşamın habercisi oluyor.
“Ev ona sanki giderek sıkılan bir yumruk gibi görünüyordu. Her şey daha dar, daha boğucuydu. Oysaki iki kişiyken gayet güzel yaşamışlardı, çünkü daire içinde sadece iki kişinin yaşaması için tasarlanmıştı.”
Çoğu zaman gezegenin ışık almayan yerleri, yüreğin karanlığında kendini görünür kılıyor.
“O zaman acı olarak anladığı şey şimdi ona başka bir şey olarak görünüyordu, içinde gücenik bir güvensizliğin yanı sıra, kendisinden kurtulmak isteyen sahibi tarafından eve uzak boş bir arazide terk edileceğini hisseden bir hayvanın burukluğu vardı.”
Cortazar ışıkla ve yerçekimiyle öyle ustaca oynuyor ki öyküleri sarıdan alacakaranlığa dönen o eşsiz atmosferi adeta kendiliğinden kuruyor. Soluk almaya olanak veren bir yoğunlukta bu atmosfer ama insan içine çektiğinin göğüs kafesindeki yabancıyı kendinden çok beslediğini seziyor. Şeytani olamayacak kadar sıradan, sıradan olamayacak kadar acıtıcı.
“Dışarının etkilerinden, alacakaranlığın ışığından uzaklaşarak tam bir kaynaşma içinde gözlerini kapattı; birden kendini çok yorgun ama zaferinden emin hissetti; öylesine kendisine ait ve nihayet ulaştığı için kutlayamadığı zaferinden.”
Emin olduğumuz zaferler genellikle hayali ve kısa ömürlüdür; dile gelmeye dahi yetmez solukları. Sabah olunca ya da boz ışık alacakaranlığa dönünce boyun eğerler yerçekimine. Geriye bir tek “belki” kalır. Her gezegende.
“Belki günün birinde dehşet gururdan – eğer o şey gurursa – daha ağır basardı. Belki o zaman onun yanında mücadele edebilirdi. Belki de her şey kaybedilmemişti, belki de yeni kurdukları hayat, o tebessüm ve Fransız sineması taklidinin ötesinde bir şey olmayı gerçekten başaracaktı.”
Cortazar’ın gezegeninde, yerçekiminin hüküm sürdüğü ve sürmediği her yerde, sıkışıp kalmış bir şeyler var. Askıda; kendi bedeninden kaçmayı yahut kendi bedenini bulmayı bekleyen bir şeyler. Kurtulmayı ya da kendini feda etmeyi bekleyen. Sıkışmış ve sıkıştıran. Bölünen ve parçalayan. Zaferi “belki”ye boğulmuş, umudu belki. Göğüs kafesinde bir oyuk, göğüs kafesinde bir fazlalık. Ben. Öteki. Yerçekimsiz rüyalar. Ve hep o sıkışmışlık.
“Olan şey ona, çok uzaklardaki bana oluyor. (…) Çünkü beni, uzaktaki beni, sevmiyorlar.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (27 Ocak 2017)