Ottessa Moshfegh’in baştan çıkarıcı romanı Eileen, “Şehir otobüslerinden birinde görebileceğiniz türde, kumral saçları belki bir fileyle toplanmış, kütüphaneden aldığı bitkiler veya coğrafya hakkındaki bez ciltli bir kitabı okuyan bir kızdım” diye başlıyor. Bu cümle, kitaba ismini veren Eileen’a ait ve görünüşüne bakarak onunla ilgili varsayımlarımızın tümüyle yanlış olacağını çabuk anlıyoruz. “Gerçekte çiçekler veya ev ekonomisi hakkında kitaplar okumuyordum” diyor bize birkaç sayfa sonra. “Korkunç şeyler anlatan kitapları seviyordum – cinayet, hastalık, ölüm.“
Ancak cinayet, hastalık ve ölüm fazla genel kavramlar ve Eileen’se genel olmak hariç, her şey olabilir. Eileen, herkes kadar canlı ve insani. Ve Eileen’in en sevdiği konu Eileen olduğundan, ayrıntıya girmekten çekinmiyor. Dodge’unun torpido gözünde ölü bir tarlafaresi saklıyor. Dudaklarının, göğüs ucuyla aynı renk olan doğal rengini gizlemek için ruj kullanıyor. Kapının üstündeki çatı kirişine tutunan buz sarkıtlarıyla ilgili fantezileri var: “Göğsüme saplandığını, sert omuz kemiğimi kurşun gibi deldiğini veya kafatasımı delip beynime gömüldüğünü hayal ediyordum.” Bir buçuk yıl boyunca üniversiteye gidiyor, ölmekte olan annesine bakmak için eve geri dönüyor, erkek çocukların kapatıldığı ıslahevinde sekreterlik işi buluyor ve 24 yaşına geldiğinde, evden çıkmayan, paranoyak bir eski polis olan babasıyla yaşamaya devam ediyor: “Tüm alkolikler gibi korkak ve deli.”
Ama Eileen babası için ev işlerini yapmıyor. Temizliği, yemek hazırlamayı veya çamaşır yıkamayı reddediyor. Sadece babasını tercih ettiği sarhoşluk halinde tutmak için ona cin üstüne cin getiriyor. “Benim ikilemimin temel noktası buydu” diyor bize. “Ölmesini diliyordum, ama ölsün istemiyordum.” Eileen, New York’ta yeni bir hayat kurmak için, yaşadığı kasabayı –oraya X Kasabası diyor– terk etme hayalleri kuruyor, ama ne kadar az olursa olsun, mevcut görev bilinci oraya sıkışıp kalmasına neden oluyor. Bununla birlikte, nefes kesen ilk bölümün sonunda okuyucu, bu kitabın sıkışıp kalmakla ilgili olmadığını görüyor. Özgürleşmekle ilgili bir kitap bu. “Bir hafta içinde evden kaçıp bir daha asla geri dönmeyecektim. Bu, benim ortadan kayboluşumun öyküsü.” Eileen’in özgürlük arzusu sadece coğrafi değil. Sene 1964 ve bir kadının seçenekleri sınırlı. Şimdiye kadar çoktan bir koca bulmuş olması gereken zamanlar. Türlü şekillerde, bizlere o zamanlar nasıl çekicilikten uzak, nasıl görünmez bir tip olduğunu anlatıyor (roman daha yaşlı, çok daha tecrübeli, 70’lerindeki Eileen tarafından anlatılıyor), ama kendini kasıtlı olarak, bilinçaltında cazibeden uzak tutmaya çalıştığını anlayabiliyoruz. Eileen’in istediği son şey, bakmak durumunda kalacağı başka bir adamın varlığı. Üstelik, seks konusunda da oldukça karmaşık duygulara sahip.
Eileen aracılığıyla Moshfegh, kadının bedeniyle olan ilişkisini işliyor: kopukluk, kültürel baskılar, erkek egemenliği. “Zaten o zamanlar bedenimin bana ait olduğuna bile inanmıyordum. Erkekler ne güne duruyor, onlar bu iş için yaratılmış diye düşünüyordum.” Sonuç olarak, fiziksel dürtüler, özellikle de arzu, Eileen’in midesini bulandırıyor. “Cinsel heyecan beni hemen her zaman hasta ederdi zaten.” Fakat o da cinsel arzulara sahip, hem de oldukça fazla; sadece nasıl tatmin edeceğini bilemiyor. Eileen, 17 yaşında erkek arkadaşıyla kaçan kız kardeşi Joanie gibi, bir fahişe olduğunun düşünülmesini istemiyor. “Nedense ilk seferimin zorla olacağını düşünmüştüm hep” diyor. “Tabii duygusal, nazik, yakışıklı ve gizliden gizliye bana âşık olan bir erkeğin tecavüzüne uğrayacaktım.”
Eileen’in yemekle de sorunu var. Nadiren yemek yiyor ve sonra ya kusarak ya da müshil ilacıyla çıkarıyor yediklerini. “İçim bomboş, bitkin ve hava kadar hafif bir halde yatıp sessizce dinleniyor, kalbim dans ederken, zihnimin boşaldığını hissediyordum.”
McGlue adlı romanı geçtiğimiz sene yayımlanan Moshfegh, güzel cümleler kuruyor. Ardı ardına dökülen, eğlenceli, şoke edici, erdemli, dehşet verici, esprili, acayip keskin cümleler. Bu romanın başlangıcı son derece etkileyici, öyle ki çok kontrollü ama değişken, taze ama nefes kesici olduğunu, her şeyi yapabileceğini hissediyorsunuz. Hiçbir şey gerçekleşmese de, olaylar bir cinayete bağlanmasa da umursamazdınız. Ama olaylar bir cinayete bağlanıyor ve Eileen’in hayatı tamamen yeni bir yola giriyor. Okur, dile ve tasvirlere iyice dalmak için yavaşlama arzusuyla bir an önce neler olacağını görme arzusu arasında muhteşem gelgitler yaşıyor. Moshfegh bu gerilimi çeşitli ipuçlarıyla devamlı canlı tutuyor.
Polisiye romanlar, herkesin ilgisini çekebilen, kimsenin değerlerinden vazgeçmesi gerekmeyeceği yönünde yanılsama yaratan karizmatik politikacılar gibidir. Ancak bu kitabın okuyucusu için heyecan kitabın dilinde. Yani şöyle cümlelerde: “Yüzüm, soğuk ve ölümcül New England şartlarının etkisiyle her türlü sevinci veya çılgınlığı belirsizleştiren aknelerle şişmiş gibiydi.” Ve eski bir meslektaşı hakkında söylediği şu cümlede: “Tek yaşam belirtisi, parmağını ıslatmak üzere dudaklarının arasından çıkan bir santimlik soluk mor diliydi.” Ve karmaşık an tasvirlerinde: “Ay ışığıyla aydınlanan sokaklardan arabayla eve dönerken babam başını omzuma yaslamış, bana iyi bir kız olduğumu, beni sevdiğini, daha iyi bir baba olamadığı için üzgün olduğunu, gerçek bir babayı hak ettiğimi söylemişti. Başta duygulanmıştım, ama sonra elini mememe atmıştı. Hemen itmiştim onu. ‘Rahat dur Joanie’ demişti, koltuğunda arkaya kaykılarak. Bunu kimseye anlatmadım.”
Rebecca birkaç gün sonra ortaya çıkınca onun bir katalizör, her şeyi harekete geçirecek kişi olduğunu anlıyoruz. Maalesef Rebecca doğrudan gerilim bölgesinden geliyor. O, “şarkıcıya ya da bir aktrise” benzeyen, “uzun boylu, kızıl saçlı bir kadın” ve Eileen hayatında daha önce hiç “o kadar güzel birini” görmemiş. “İnce bir yapısı” var ve “oraların sahibi edasıyla” sigara içiyor. Eileen ona anında vuruluyor. Tanışmaları artık hikâyenin geri kalan kısmına yön veren karanlık bağın başlangıcını işaret ediyor.
Kitabın sonlarına doğru, Eileen’in hayatında ilk kez hükmedici pozisyona gelmesiyle heyecan iyice yükseliyor. Elindeki silah ve silahı doğrulttuğu kendinden daha zayıf ve daha itaatkâr biri sayesinde iktidar basamağına çıkıyor. Eileen’in sesini duymak, kendinde bir şey, bir güç, bir benlik bulduğuna şahit olmak hem büyük bir heyecan hem de bir rahatlama hissi yaratıyor. Daha sonra, Eileen Rebecca’yı tekrar düşünürken, kendi hikâyesine sahip çıkıyor: “Onun hakkında başka şeyler de söyleyebilirim, ama sonuçta bu benim hikâyem, onun değil.” Bundan en ufak bir şüphemiz yok.
Not: Bu yazı, 14 Ağustos 2015 tarihinde The New York Times’da yayımlanmıştır.
edebiyathaber.net (17 Şubat 2017)