Yeni bir yazarla tanışırken heyecan duyar mısınız? Evetse bunun kişiye özgü ritüelleri olduğunu da bilirsiniz. Benimki bu kez oldukça çarpıcıydı. Yirminci yüzyıl dünya edebiyatında hatırı sayılır yeri olan John Cheever’ın 1930’lu 1940’lı yıllardaki öykülerinden oluşan bu eşsiz koleksiyonun dilimize aktarılmasını beklemişim sanki. Yazarla ilk karşılaşmamın “Güz Nehri ve Daha Önce Derlenmemiş Diğer Hikayeler” seçkisiyle olması beni, evi saran mis kokularla uyanıp ne piştiğini merak ettiğim ılık bir sabah gibi tatlı tatlı keyiflendirdi. Kedi gibi kıvrılıp eteğime oturan merak eşliğinde okudum yazarın bu ilk dönem öykülerini. On üç öyküden oluşan seçki ilerledikçe anlatı demlendi. Eteğimden çekiştiren sorular çoğaldı. Yeni olan bu ses, umduğumdan çabuk tanıdıklaştı. Sevip saydığımız kalemlerin, bildiğimiz öykülerin bizde bıraktığı hissiyata bu kez de John Cheever’ın kalemiyle sürüklenmiştim. Kitaplığa atıldım. Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur karakterlerinden bir kuple, Sait Faik’in durum anlatılarından bir tutam, Sevgi Soysal ve Yusuf Atılgan’dan birer soluk derken Yalçın Tosun’a dek uzandım; hatta Barış Bıçakçı romanlarında saklı hikâyelere karıştım. Pek çoğunu yeniden okuyuverdim. Edebiyatta hiçbir metin diğeriyle, yahut yaratıcısı bir başka yazarla bire bir örtüştürülemez elbette. Çağrışımlar bizi birinden diğerine taşırken benzerlikler bizi yakalar. Bu yakınlıkları Cheever’ın dilinde duyumsadım.
Gösterişli “Caz Çağı” 1920’lerdeki kalkınmayla Amerika’da gündelik yaşama tüm ihtişamıyla yansır. Ardından 1929 Büyük Buhranı. Yazarın ilk öykülerine 1930’larda tepetaklak olan hayaller ve hayatlar konu olur. Modernleşme ve ekonomik bunalım kıskacındaki insanların hikâyeleri, bize kendi toplumumuzdan izdüşümler hatırlatır. Barış Bıçakçı romanına dair şu sözlerdeki gibi -“Hiçbir insanın sıradan olmadığını gösteren öyküleriyle, sıradan insanlar”- Cheever da bize sıradan insanların hikayelerini anlatır.
John Cheever, bir yazısında Scott Fitzgerald’ın evrenselliğini, canlılığını, anlatısına kattıklarıyla dönemine tanıklık edişini ve bunun tarihin değil sanatın bir parçası oluşunu tarifler. Kendisi de yapıtlarında bunlara dikkat eder. Bu seçkide, günün hakim, popüler dergilerinde yayımlanmış 1931-1942 yıllarına ait, on iki öykü ve biri de 1949’tan olmak üzere toplam on üç öykü yer alır. Yazar, başlangıçta Ernest Hemingway’in yalın hikâye anlatıcılığına öykündüğünü gizlemez. Zamanla anlatısı ondan uzaklaşır. Amerikalı yazar John Updike, pek çok kişinin banliyöleri yazdığını sadece Cheever’ın oradan bir arketip ortaya çıkarabildiği için kendisine
“banliyönün Chekhov”u dendiğini söyler. Meltem Gürle bir yazısında, Anton Chekhov öykülerini, “düş kırıklıklarıyla, geç kalmışlık hissiyle, imkânsızlıklarla dolu ama büyük bir coşku ve umut barındırır” diye nitelendirir. Bu betimleme, John Cheever öyküleri için yinelenebilir.
Okuyucular kadar yazı ile ilgilenenlerin özellikle seveceğini düşündüğüm bu seçkideki öykülere gelince. Koleksiyonun ilk, Cheever’ın bir dergide basılan ikinci öyküsü “Güz Nehri”nde insanların büyük buhranla sürüklendikleri edilgenlik mevsimlerin gelip geçişi karşısındaki çaresizlikleriyle özdeşleşir; öyle ki baharın gelişi dahi coşku yerine hayal kırıklığının pekiştiricisi olur. Takip eden iki öyküde karşımıza çıkan çiftlik sahibi Amy’nin gözünden hayatın değişimi sergilenir. Amy: “(…) buranın ne kadar da huzurlu bir yer olduğunu düşünen insanlar, şimdi burada yedikleri ilk yemekte sarhoş olmak istiyor. Doğanın temposunu, New York’taki hayatın akışından daha tahammül edilemez buluyorlar neredeyse. Kırlarda huzur bulmak yerine sinirleri laçka oluyor.” Bu öyküler insanların ne kentte ne banliyöde huzur buluşunu, dönemin ruhuna uygun bir sakinlikte anlatır.
Elimizdeki derlemede peş peşe yer alan “Bir Seyyar Satıcının Özyaşamöyküsü” ve “Geçerken” öyküleri sırasıyla kapitalist ve komünist ideolojileri hicveder. İlk gençlik yıllarında kalemi sola çeken Cheever’ın ideolojik yaklaşımı kısa sürede yok olur. İşçi ve ezilenlerin hikayelerini hiç eksik etmeyen yazar, Amerikan rüyasının yozluğunu anlatmasıyla Rusya’da beklenmedik bir ilgi görür. Diğer yandan, “Geçerken” öyküsünden sonra yazar, ülkesindeki sol çevrelerce yozlaşmayla itham edilir. Bu olayla Cheever partiyle ilişkisini keser ve bundan sonra hayatında ve eserlerinde ideolojilere ilgisini kaybeder.
Öykülerinde çizdiği portrelerle kadın ruhuna yaklaşan yazar hikâyelerinde erkek egemen tavra prim vermez. Koleksiyonda ardışık okuyabildiğimiz üç farklı kadın öyküsü alttan alta birbiriyle konuşmaktadır. Bu öykülerden birinde kadın pes eder; diğer öykü ise farklı bir kadının nihai zaferiyle sonlanır. Cheever birindeki vazgeçişi adeta diğeriyle telafi eder. İki ayrı öyküdeki vazgeçiş ve zaferin neye karşı olduğunu keşfetme keyfini siz okurlara bırakarak devam ediyorum. Kadınların yaş almak, toyluk, rekabet gibi deneyimlere tattıkları evrensel hayal kırıklıklarına hitap ederek sanki tüm kadınların gönlünü almaya çalışır. İnsani yanlardan ödün verilen rolleri daha çok erkeklere yazarak kadınları kayırıyor bile olabilir. Bunun gibi pek çok inceliği diline ve hikayelerine ustalıkla gizler.
Seçki, romantik kadın erkek ilişkilerine odaklanan üç öykü ile devam eder. İlişkileri ele alan bu öyküleri at yarışları, bahisler, kumar etrafında kurgulamış olması tesadüf olamaz. Yazar, kazanmakla kaybetmek arasında gidip gelenlerin şansını, aşkta ve parada kesiştirirken olaylar gelişir. Tüm hayatları hipodroma etrafında dönen kahramanlar, gündelik heveslerin peşinde sürüklenirken hayatlarında güvence arayan biçarelerdir. Cheever, at yarışına benzemiş hayatın acılarını akıcı bir tempoda anlatırken umuda açık kapı bırakmayı da ihmal etmez. Bazen aşka şans verir, bazen de umuda bahis kazandırır.
Kitabın son iki öyküsü koleksiyonun zirvesi olarak nitelenebilir. “Aile Yemeği” hikayesinde aile sıcaklığını hiç bozmadan aktardığı dram öykünün sonunda buz kesen bir etki bırakır. Bu derlemede son öykü olan “Fırsat”ta okura beklenmedik bir son hazırlayan Cheever, her öyküyle hem kalemini hem de karakterlerini güçlendirerek bizi seçkinin sonunda tatlı bir hissiyatla bırakır.
Yozlaşan dünyada yalnızlıklarını alkol veya kumar tutkusunda avutmaya çalışan, hırslarıyla hayal kırıklıkları arasında bocalayan, ne kentli ne de kasabalı olabilmiş, sıradan insanların umutlu ve canlı öykülerinden oluşan bir koleksiyon. İlk dönem banliyö öykülerindeki çıtasını, daha sonra yazacağı bir romanında daha da yukarı taşır Cheever. İçindeki huzursuzluğu dindirebilmek için tek çarenin banliyöde birini öldürmek olduğuna karar veren bir roman kahramanı yaratır. Ölümünden sonra basılan, John Cheever takipçileri için sandıkta unutulup günışığına geç kavuşmuş hazine değerindeki bu seçki; henüz Cheever eserlerini okumamış olanlar için güçlü, özgün ama tanıdık bir anlatıyla tanışma davetiyesidir.
Başak Beykoz – edebiyathaber.net (20 Şubat 2017)