Söyleşi: Merve Koçak Kurt
“Dünyanın en eski diliyle, evet evet, dünyanın en eski diliyle anlaşıyorduk.” diyen bir yazarın kitabı Sabahın Bir Devamı Vardı. “Karşılaştığımızda, arayıp da bulamadığımız, birbirimize söyleyemediğimiz cümle de bu dilden olmalıydı. Görmekle ilgili bir dildi bu: ‘Göz Dili!’” Sadece gözümüze değil gönlümüze de hitap etmeye çalışıyor Muzaffer Kale. Hem şiir diliyle hem öykü diliyle konuşan bir yazar o. İlk kitabıyla 62. Sait Faik Hikâye Armağanı alan Kale’ye, ikinci kitabı “Sabahın Bir Devamı Vardı”ya dair sorularımız vardı.
Şiirden öyküye geçiş hikâyenizi öğrenebilir miyiz? Hep yan yana mıydılar yoksa iç içe mi?
Şiir, öykü, resim, tiyatro… bunlar yan yana değil de sanki iç içelerdi benim için, hâlâ öyleler. Biri varlığını ötekine borçlu olan farklı bir görmeye geçiş biçimleri. Doğaları gereği zaten birbirlerinin içinde devam ederek biri ötekini kışkırtıyor, açığa çıkartıyor. Bir bakıma dünyada olan bitenlerin temize çekildiği yer de aynı zamanda. Acılar ve varsa sevinçler yazıya geçirildikten, resme dönüştürüldükten sonra herkesi ilgilendirir bir hale geliyor. Gerçi herkes farklı bir şey görüyor onlarda veya anlıyor; ama mesele de orada işte, görünür hale gelen durumlar ortaya çıkıyor. Bir şeyleri yeni bir şekilde anlamaya başlıyorsunuz. Sonra “zaman” değişik işliyor. Şiirde, diyelim yüzyılı aşıp Walt Whitman ile duyarlılık bakımından aynı anda, aynı mekânda buluşabiliyorsun. Her türlü arkadaşlığın sınırları genişliyor. Sınır iyi bir şey değil, ortadan kalkıyor, diyelim. Schiller ile bir sahne tasarlayabiliyorsun. Van Gogh’un tabloları içine girilebilir hayat parçacıkları olup çıkıyor. Sonra bunlar gibi işte yeni bir algılayış biçimi gelişmeye başlar ve oradan bir yerden bakarsın. Sinema yapmayı çok isterdim; ama gerçek zaman çok kısa… Hayatın şiire dahil olması böyle esprilerden çıkmış olmalı.
Şiirin yetmediği yerde mi öykü ortaya çıktı, yoksa fazla geldiği yerde eksiltme ihtiyacından mı? Nasıl bir gel-git bu?
Doğru söylediniz, tam anlamıyla bir gel-git! Çünkü siz yoğunlaşmak için neyin çekim alanına girdiyseniz onun doğası gereği orada öyle çok malzeme buluyorsunuz ki sizi uzun zamandan beri bekleyen. Hadi diyelim, çekim alanına girdiğiniz “yalnızlık” olsun. Yalnızlık güzel sanatların günah keçisi… Yalnızlığın o ayrıntıya ait kendine özgü müziğini bile duyabilirsiniz. Belki o duyduğunuz müziği yazıyla yakalayıp, yazdıklarınızı okumakta olan okura da duyurabilmek, satırların arasında yalnızlık müziği estirmek, özgünlüğün zirvelerinden olsa gerek. Stendhal’da duyulur bu. Benzer bir durum aklıma geldi. Marquez bir eleştirmenle söyleşirken şöyle bir diyalog geçiyor: “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı okurken sanki arka plandan Bethoven’in Dokuzuncu Senfonisi’ni duyar gibiydim.” “Elbette!” diye yanıtlıyor Marquez, “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı bitirene kadar hep Dokuzuncu Senfoni’yi dinledim, bu yüzden kitabı okurken onu duymanız doğal bir şeydir.” Bunun gibi. Sonra birinin yetmediği yer diye bir sorun yok, problem yok yani, bir durumun bir şiiri de olabilir, bir öyküsü de, bir resmi, bir müziği de. Ne olursa olsun, olduktan sonra biri öteki olamıyor. Birinin öteki olamaması aslında birbirlerini besleyen, büyüten de…
İlk öykü kitabınız Güneş Sepeti ile 62. Sait Faik Hikâye Armağanı aldınız geçen yıl. Yazdıklarınızın böyle bir yankı bulması nasıl bir duygu? Süreç nasıl gelişti sahi?
Adresine ulaşan bir mektup gibi oldu benim için. Ödül haberi bana iletilince, bir zaman önce yayıncımın ödüle katılmak için benden onay aldığını unutmuştum bile. Sonra sonra anımsadım, “vay canına,” dedim, “harika oldu bu!” İnsan elbette ki yazdıklarını artı bir kişiyle daha paylaşmak istiyor. Ödül bu süreci olumlu yönde etkiliyor olabilir. Paylaşmanın çekiciliğinden başka ne var yazı işinde zaten. Zihinde çakan bir şimşeği paylaşıyorsunuz.
“Toprağı toprakla kim değiştirdi. Havayı havayla… Kim geceyi kendinde denedi?” diye soran anlatıcının diliyle sorayım: “Kaçıncı Gün Bugün” yaşamak için sebep aradığımız? Biraz da bu sebeple mi yazarız? Yoksa kelimelerle bir şeyleri değiştirebileceğimize inancımız mıdır bizi ayakta tutan?
Aslına bakarsan normalleşmek için yazdığımı düşünüyorum. Toplumsal hayatın dengesiz örgütlenişi, savaşlar, kıtlıklar, kıyımlar, ötekileştirme… dünyaya bir kez, yalnızca bir kez insan olarak gelme şansını yakalamış bir canlıya insan onuruna yakışacak şekilde yaşanacak bir yer bırakmıyor. Sahi, yollarda her gün karşılaştığımız, aklı başından gitmiş Suriyelilerle niçin göz göze gelemiyoruz? Yazdığında son mu buluyor senin insanlığını yaralayan şeyler, hayır son bulmuyor; ama son bulması umudunu diri tutuyor. Bu dünya sonsuz bir barış içinde, ayrımcılık yapmadan, insanca yaşanacak bir yer olamaz mı? Bana da olabilir gibi geliyor işte. Dünyaya daha yakından bakmakta yarar var. Şimdiye kadar hep kelimelerle değiştirildi bir şeyler. O kelimelerin içinde binlerce yıldır yaşananların gürültüsü var, uçurumları var; özlemler var birikmiş sel olmuş…
“İki patlamanın arası otuz saniye ya var ya yok. Öncekinde olduğu gibi aynı… Kırılan cam sesleri arasında yükselen çığlıklar o kadar acıyla doluydu ki, bu çığlıkları ‘şimdiki zaman’ kendine sığdıramadı.” Anlatıcınız hayatın tam da ortasındaymış gibi. Hayatın, o maruz kaldığımız sarsıcı yanlarını yazarken, “yaşar” gibi oluyor musunuz? Hayat ile hikâyat arasında siz nerede duruyorsunuz yazar olarak?
Birçok hareket noktası var yazıyı başlatan; ama benim için sanki itiraz ettiğim noktalar daha bir çekicilik kazanıyor. Yazbenileri daha güçlü. Bazen bağıramadığım için oturup yazıyorum. Bana öyle geliyor. Bunun için yazdıklarımın çoğunu atarım. Bir insan kendinde, ne uğruna olursa olsun, başka bir insanı öldürme yetkisi görüyorsa bağışlanamaz bir insanlık suçu işliyordur. Yazmak, evet, hayatın tam ortasında olmaktır. İnsan oluştan yana aldığın tavrı estetik kaygılardan ödün vermeden, haklıyken haksız duruma düşmemek için kabalaşmadan anlatmak… yazmak durumundasın. Senin öykü diye süzdüğün yere göğe sığdıramadığın insanlık onurundan anladığındır. Çağına tanıklık ettiğindir, sanıklık ettiğindir.
Duru bir dille yazma tercihinizi konuşalım biraz da… Anlatacaklarınızı oldukça sade bir şekilde anlatıyorsunuz. Bu durum içtenliği de beraberinde getiriyor. Peki, insanın içine işleyen öykülerin sırrı nerede gizli size göre? “Sıradaki”nin dediği gibi, “Gülümsemek, gerçekten bir karanfilin yerine geçebilir bazen.” Öyle mi?
Yaşamak çok sade bir şey, onun dili ve duyuşu da öyle olmalı. Öyledir de zaten. Karışıklığı biz örüyoruz birbirimizin başına. Yok öyle bir şey aslında. İnsan bazen kendi sağlamasını yaparken başkalarıyla empati de kurabilmeli. Belki de öykülerde, şiirlerde, sinemalarda anlatılan bizim de içimizden geçendir. Bizim içinden geçmekte olduğumuz yakalanmıştır. İnsanlık halidir. Küçücük bir davranışın içine dünyalar sığar. Hani bazen yolda izde giderken tanımadığımız biriyle selamlaşır gibi birbirimize gülümser geçeriz. Bir insan genişliği ışıldar kalır o zaman. İnsan kendinden memnun olur. Bunlar önemlidir ve duru bir dil gibi insanın içinde akmasını sürdürür güzel bir düşünce iyi bir duygu…
“Bazen Hiçbir Şey Görünmüyor” derken, “İrtifa kaybeden bellek, kullanılmaz olmuş ağırlıklarından kurtuluyor. İnsan oyun ediyor kendine.” de diyorsunuz. Bir yazar olarak “bellek” kavramıyla aranız nasıl? “Oyun”, “kurgu” ve “hafıza” arasında ne türlü bir ilişki kuruyorsunuz yazarken?
İnsan bazen havalandırıyor kendini, elden geçiriyor. Kimi ağırlıklardan kurtulmak istiyor, artık böyle ağırlık olup çıkmış bazı gereksiz “araçları” gözden çıkarıyor. Bazı düşüncelerimiz, kararlarımız da eskiyebilir, bunu kabul etmek kendi varlık nedenimizi ortadan kaldırmaz, tam tersine değişen koşullara göre yeni davranış ve düşünüş biçimleri geliştirmemizi kolaylaştırır. Bellek kavramının hem bireysel hem toplumsal katmanlarıyla iyi geçinmek gerekir, diye düşünüyorum. Ayrıca yıllar önceki bir şiir kitabımın adı da “Hiçbir Şeyi Unutmadım”dır. Oyun, kurgu ve hafıza yazıda yaptığımız işi doğallaştırmalı. Önceden oluşturulan benzer gerçekliklerin yanına konulduğunda kronolojik izleğin kırılmaya uğramadan sürdürülebildiği görülmelidir.
“Yaşanması dayanılmaz gibi gelen bazı olaylar insanın başına gelince normal, katlanılır bir şeylere dönüşüyor.” diyen “Boşlukta”ki anlatıcı aslında “kanıksamak”tan mı bahsediyor?
Kitabın başında bir dize var: İnsan kendinden güçlüdür, diye. Başınıza gelinceye kadar bilmiyorsunuz. Keşke ne başınıza gelseydi ne de bilseydiniz, o başka bir şey. Size acı veren her neyse ona karşı direnciniz en azından iki kat artıyor. Dayanılmaz acılar, katlanılabilir sıradan acılara dönüşüyor. Bu yüzden insan kendini şaşırtacak derecede yaşamaya tükenmez bir enerjiyle bağlı. Kanıksamak daha teslimiyetçi bir düşünce kavrayışı olsa gerek.
Okurda nasıl bir “yer” edinsin isterdiniz öyküleriniz?
Karanfil gibi, bir gülümsemenin yerine geçsinler isterdim ama daha çok erken. Kesinlikle geç değil ama…
Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (6 Mart 2017)