Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Daha çok eleştiri yazıları/kitapları ile tanıdığımız Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz romanından sonra ikinci romanı da yayımlandı. Can Yayınları tarafından okura sunulan Yalnızlık Kime Benzer’in kahramanı adsız bir entelektüel… Lal’e duyduğu aşkın, yalnızlığın ve terk edilişin sorgulamaları gibi dursa da roman, insana dair daha pek çok şeyi anlatıyor. Okuduktan sonra sadece altı çizili satırlar değil; Salinger, Fuentes, Cortázar, Márquez, Beckett, Musil, Lawrence gibi bir dolu isim kalıyor zihninizde. Gümüş’le, Yalnızlık Kime Benzer’i konuştuk.
Romanınızın isminden başlayalım öncelikle: Neden “Yalnızlık Kime Benzer” de “Yalnızlık Neye Benzer” değil? Yalnızlığı benzeteceksek illâ biri(leri)ne mi benzetmemiz lazım?
Yalnızlığı bir yaşantı olarak aldığım için doğrudan insanla ilgili. Yalnızlık Kime Benzer’i yazmadan önce hem yalnızlığı yaşamış ve yazmış yazarların pek çok romanını okudum hem yalnızlık kavramı üstüne yazılmış metinleri. Sonunda ister bir eşyayı anlatalım ister bir kavramı, insandan çıkıp insana gidiyoruz. Bütün bunlar bir yana, Yalnızlık Kime Benzer’i konuştuğumuza göre, romanın adsız erkek kahramanının yaşadıklarını anlamaya çalışıyoruz. O yaşadığı aşk acısı yüzünden çekildiği odasında yaşamaya karar verdiği yalnızlığı bütün boyutlarıyla anlamaya, kavramaya çalışıyor. Romandan söz ettiğimize göre, ben de kurmacanın dünyasına bağlıyım.
Yazı ile yazgı arasındaki çizgide yalnızlık nerede durur?
Yalnızlığın kaynağı elbette hayat. Ama hayatın düşünen insanın önüne getirdiği sorular, sorunlar, dolayısıyla kaygılar var. Bu kaygıları herkes başka türlü yaşıyor. Romanın adsız kahramanı yalnızlığı yüceltirken ona düşüncenin içinde boyutlar kazandırıyor ama sonra seçtiği bir yaşam biçimi olarak da sıradanlaştırabiliyor yalnızlığı. Belki onun yazgısı da bu. Öte yandan yaratıcı yazı yalnız yapılmıyor mu. Romanı yazarken yanımızda kimseyi istemiyoruz, başkalarının sesini dinliyor ama yazmaya başlayınca hiçbirini duymak istemiyorsunuz. Kendinizden başkalarının sesine kulak vermek, sizi kendi yazgınızdan da uzaklaştırmaya başlar.
Yalnızlık tanımları yapılırken “entelektüel yalnızlık” diye bir alt başlık açılır. Yazı ile yalnızlık yan yana mıdır sizde, yoksa iç içe mi… ya da nasıldır?
Yalnızlığın herkes için farklı biçimleri var elbette. Kimse kimseye neleri nasıl yaşayacağını söyleyemez. Entelektüel yalnızlıkta, yalnızlığı bir kavram olarak da anlayarak yaşamak var sanırım. Yalnızlık Kime Benzer’in adsız kahramanı da böyle yaşıyor yalnızlığı. Bir entelektüel o, dışarıda yaşananlara, sokaklarda insanların öldürülüp yakılmasına karşı duyarlı. Yaratıcı yazı için yalnızlık zorunludur elbette. Bir başımıza yazıyor ve düşünüyoruz. Ve bugünün dünyasında herkes yalnız yaşıyor aslında. Belki bunun için, Yalnızlık Kime Benzer zamanımızın temel sorunlarının birinin içinden çıkıyor.
Aşk, yazı, yalnızlık… Bu ‘bermuda şeytan üçgeni’nde “kaybolmak” nasıl bir duygu? Sonu ne(re)ye varır?
Bunun gerilimli bir yaşam biçimine neden olduğu söylenebilir. Üstelik üçü de ayrı ayrı çetin zamanlar yaşamaya zorunlu tutar, hiçbiri gerilimsiz yaşanmıyor. Bu üçü arasından nereye çıkılacağı, onların nasıl yaşanacağına bağlı. Bilerek ve düşünerek yaşarsanız bir yaşam biçimine de dönüşebilirler.
Yazarken o ânı “yaşadığınızı” hissediyoruz romanı okurken. Lal’in (ki oldukça anlamlı bulduğum bir isim tercihi) şahsında aslında “okur”u muhatap almış gibisiniz. Hitabın muhatabını bulması için yazar/lar ne yapar?
Yazarken o ânları hissettiğim doğru, dahası, o anları yaşayarak yazıyorum. Yazarken bunu yaşayabiliyorsanız o kurmaca hayatlar ve kişiler sizin için olmuş demektir. Olmamışsa, yazdıklarınızın içinde yaşayamazsınız. Demek ki romanın kahramanıyla birlikte ben de Beckett’ı izliyorum, Musil’in yanına gidip konuşuyorum, Perec ile tartışıyorum. Romanınızda yarattığınız karakteriniz nasıl yapıyorsa. Her şeyiyle ve iç dünyasıyla içselleştiremediğiniz bir kurmaca karakteri sözcüklerle yaratmanız da neredeyse olanaksızdır. Lal’e gelince, onu da iyi tanıyorum ve seviyorum. Belki bunun için, çevremde sözüne güvendiğim iyi okurların çoğu da Lal’i sevdi, güçlü bir karakter olarak gördü onu. Buraya kadar, okurla ilişkim yok, okuru muhatap alan bir yaratım süreci içinde değilim. Roman yazılıp biter, yayımlanır, okur sonra araya girer.
Romanınızdaki “Başkalarının rüyalarında yaşamanın tek yolu kitaplar.” sözü hem okurlar için hem de yazarlar için geçerli sanki… Bu bağlamda “başkalarının rüyalarını yaşamak” ile “başkalarının rüyalarında yaşamak” arasında bir fark var mı? Varsa nasıl bir fark olabilir bu?
Rüyaları birlikte görmüyoruz. Gerçek hayatta böyle. Ama yazarların yarattığı hayalleri, yazdıkları kurmaca hayatları okurken onların rüyalarında yaşıyoruz. Başkalarının rüyalarında yaşamak bizi kurmaca hayatların parçasına dönüştürür. Başkalarının rüyalarını yaşamaksa, onların sizin yarattığınız hayatlar içinde yaşadığını, yani yarattığınız kişilere dönüştüğünü anlatır.
“Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeği.”, “Gündüz insan gece yalnızız.”, “Şimdiki zamanların gerçekliğiymiş, kalabalıklar içinde yalnızlık diyorlar.” gibi birçok aforizma var romanınızda. Bir duvar yazısı olarak görseydiniz bu cümlelerinizi ne hissederdiniz?
Düşünen bir insanın söyledikleri olarak anlamlı bulurdum sanırım. Üstelik hayata, insana, edebiyata dair sözler.
“Bu roman Salinger, Fuentes, Franzen, Cortázar, Márquez, Beckett, Watt, Musil, Ulrich, Molina, Darman, Lawrence, Dickens, Pip, Atay, Bener, Rulfo, Vila-Matas, Kafka, Llosa, Bartleby, Bernhard, Bogner, Skomsvold, Mathea, Perec, Uyuyan Adam, Zebercet, Edgü, Özlü, Ciaron nerede yazıp yaşamışsa, onların içinden geçerek yazıldı.” diye bitiyor kitap. Okur’un romandaki göndermeleri anlamak için bütün bu yazarların hepsini okuması elzem midir? Okumuş olsa bile o yapbozun parçalarını tamamlayabilecek mi?
Hayır, okurun o yazarları okuması gerekmez. Gerçi romanı okuyan kimilerinin, o yazarları okumuş olsalardı romanı daha iyi okuyacaklarını söylediğini de gördüm ama bu gerekmez. Çünkü onları gerçek kişiler olarak değil, romanın kurmaca kişileri gibi okumak daha doğru olur. Romanın kendi dışına göndermesi, yazılanın niteliğinin kendi içinde tamam olmadığını gösterir. Ya da okuma biçiminin eksikliğini. Yalnızlık Kime Benzer kendi dışında herhangi bir somut kişiye ya da duruma göndermiyor. Onun içinde yaşanan bir hayat ve o hayatı yaşayan kişiler var, o kadar.
“Uzun geceler boyunca, dokunabildiğin, sesini duyabildiğin, koklayabildiğin, anlamlarını görebildiğin sözcüklerin içinde yalınlığın sınırlarına yürümeden düzyazıyı duyguyla uçurmak olanaksız.” demişsiniz ya romanınızda. Yazarın düzyazıyı duyguyla uçurabildiği eserleri diğerlerinden ayıran nitelikler nelerdir?
Kurmaca anlatının bir dizi sorunu var ve onların her birinin o romana özgü ve doğru biçimlerde çözülmesi gerekir. Yazılan pek çok romanda bunun atlandığını ya da üstünde yeterince durulmadığını görebilirsiniz. Benim asıl sorunum, insan acısını, aşk acısını, yalnızlığı, mutluluğu ve mutsuzluğu, şiddeti ve yaratma sürecini anlatırken kurmaca anlatının biçime ve içeriğe ilişkin sorunlarına doğru çözümler de getirmek. En çok kafa yorduğum şey bu. Yaratıcı yazıyı duyguyla uçurabilmek için önce bunların tamam olması gerekir, yoksa yazarın duygusunun ne olduğu bizi ilgilendirmez. Yazı duyguyla yazılmaz ama kurmaca içinde yaşananların duygusu beni çok ilgilendiriyor.
“Ağaca, suya, buluta ve sözcüklere borçlu olmak.” nasıl bir şeydir? Nasıl ödenir?
İnsan, on binlerce yıl önce hayvanı ötekileştirdiği zaman bu borcunu ödeyemeyeceğini bilmiyordu. Ödenemeyecek de. Doğaya karşı işledikleri, insanın en büyük suçları arasında. Ben yazar olarak iki romanımda da bu borcu kendimce ödemek için bir çaba göstermeye çalıştım, hem ağaca, suya, buluta hem de en değerli hazinemiz olan sözcüklere. Yazma nedenim belki de bu.
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (29 Mart 2017)