Terry Eagleton, çağımızın yaşayan en iyi edebiyat eleştirmenlerindendir. Asıl adı Terence France Eagleton olan yazar, yoğun bir Katolik eğitimiyle yetişmiş, Cambridge Üniversitesi’nde lisans ve doktora yaptıktan sonra aynı yerde İngiliz Edebiyatı üzerine dersler vermiştir. Manchester Üniversitesi, Notre Dame Üniversitesi ve şu anda da çalışmakta olduğu Lancester Üniversitesi’nde hocalık yapmış, birçok üniversitede de konferanslar ve sunumlar yapmıştır. İlk olarak 1967’de Shakespeare and Soceiety ve 1970’de de Exiles and Emigres’de edebiyata Katoliklikle sosyalizmin sentezini yaparak yaklaşmıştır. İleriki yıllarda bundan koparak Althusser Okulu’nun edebiyat kuramını benimsemiştir. Dilimize de çevrilmiş, Eleştiri ve İdeoloji adlı kitabında yapısalcılıktan esinlenen bir metinbilim kavrayışına maddeci ve bilimsel bir içerik kazandırmak için edebiyat yapıtı ile ideolojiler arasındaki “yansıtma” kavramının kapsayamadığı ilişkileri incelemektedir. Eagleton, metni açıklamaya yönelik bilimsel yönelimini daha sonraları terk ederek metni kullanmaya ağırlık veren bir siyasal yaklaşımı benimsemiştir. Türkçeye çevrilen yapıtları arasında, Edebiyat Kuramına Giriş, Eleştirinin Görevi, Estetiğin İdeolojisi, İdeoloji-Giriş, Postmodernizmin Yanılsamaları, Kültür Yorumları, Şiir Nasıl Okunur adlı kitapları ile Azizler ve Alimler adlı tek romanı bulunur. Son yayınlanan kitabı, İyimser Olmayan Umut, 2014 yılında Virginia Üniversitesi’nde, yazarın verdiği Page-Barbour seminerlerini içermektedir.
Umut fikrinin gezegendeki herkesi ilgilendiren bir konu olmasına rağmen, geçmişten beri filozofların umudu çoğunlukla ihmal ettiklerini ve umut üzerine şimdiye kadar yazılmış Ernest Bloch’un Umut İlkesi dışında ele gelecek pek de bir şey olmadığını görüp; umut fikrinin politik, felsefi ve teolojik içerimlerine dair düşünce ve araştırmalarını, eleştirilerini içeren bu kitabı oluşturmuştur. Kitabın adı, tam da günümüze uyar biçimde tedirgin edici olarak, “İyimser Olmayan Umut” olunca Umut’un kötümser olduğu, gidişatın hiç de iyi olmadığı sonucunu çıkarırız Aristovari bir mantıkla ya da çeviribilimsel eksikliğimizle. Tam olarak şöyle olmalı İyimserlik Ve Umut. Öncelikle bu ikisi arasındaki iç içe girmişliği ayıklar Eagleton, antikiteden günümüze tüm edebiyat eserlerini de değerlendirerek, teoloji ve felsefedeki varlığını da inceleyerek ikisinin ayrı ayrı değerlendirmelerini yapıp, her kavramı yerine oturtur.
İyimserlikle başlar, şu bildiğimiz klişelerle çok iyi ifade bulur, bardağın dolu tarafını görmek. Eagleton, “Bardağın yarısını boş gördüğüm yetmiyormuş gibi diğer yarısının da tadı berbat, diyenlerdenim, bir yanda hayat felsefesi ‘ye, iç, eğlen, yarın öleceğiz nasılsa’ cümlesiyle özetlenenler bir yanda da kendime daha yakın hissettiğim ‘yarın öleceğiz’ diyenler; bunlara rağmen bu konu üzerine yazmayı seçmemin bir nedeni de umudun, Raymond Williams’ın deyişiyle, ‘geleceğin kaybının hissedildiği’ bir çağda merak uyandırıcı biçimde ihmal edilmiş bir kavram olması,” der. Öncelikle iyimserliği ele alır, İyimserliğin Banalliği’yle başlar ve iki şekilde değerlendirir, pragmatik iyimserlik ve profesyonel iyimserlik. Pragmatik iyimserlik (sorunların bazılarının çözüme kavuşacağından emin olmak) mümkündür ama profesyonel iyimserlik genel anlamda kendilerini umutlu hissedip umut konusunda kolaya kaçmaktır. İyimserlerin inancı mesnetsizdir, iyimserlik umuttan çok bir inanç meselesidir ve kötümserlikle aynı ortak noktalara sahiptir. Belli bir temele göre, hakikate göre değil, öyle hissetmedir, öyle görmedir, öyle beklemedir.
Optimistler tıpkı nihilistler gibi umuttan yoksundur. İyimser kişi boş sonuçlar bekler çünkü tarzı budur, mutlu olmak için bazı nedenlerin olması gerektiğini görmez. İyimserlik, kişinin derin bir düşünce mesaisiyle, çalışmalarıyla kazandığı bir eğilim değil, sadece mizaç meselesidir. “Hayata hep iyi yanından bak” düsturundaki rasyonel ağırlık, saçını daima ortadan ayır vs. gibi boş önermelerle aynı derecede boştur. Boş bardak imajı da aynıdır, önyargılarımızı herhangi bir biçimde sorgulamamıza vesile olmaz; imajın kendisinde nesnel hiçbir değişiklik yoktur, huysuz da olsanız, kaygısız da olsanız bardaktaki sıvı miktarı aynıdır. Bu bakımdan, iyimserlik de, kötümserlik de birer kadercilik türüdür. İyimserler muhafazakardır, zaten iyimserlik hakim sınıf ideolojilerinin tipik bir unsurudur. İyimserlik Nietzsche’de “hiçbir yerde değil, acı gerçekler içinde neşeli” olmakla yer bulur, dolayısıyla reddedilmiş iyimserlik “zayıflara yakışır bir öğreti”dir. Adorno’nun, bize gerçeği tüm çıplaklığıyla veren düşünürlerin insanlığa, gözlerini dört açmış ütopyacılardan daha çok yardımı dokunduğunu söylemesi de gerçekçiliğin ortaya çıkardığı umudun insanlığa, iyimserlikten daha yararlı olduğunun başka bir ifadesidir.
Adorno’nun çalışma arkadaşı Walter Benjamin kendi bakış açısını kötümser diye tanımlasa da pekala, erişilmesi güç manevi durum olan gerçekçilikle de nitelenebilecek bir bakış açısına sahiptir; Benjamin, sürrealizm üzerine bir yazısında, solun bazı kesimlerinde başgösteren göstermelik iyimserliğe karşı kötümserliği örgütleme ihtiyacından bahsetmiştir. Umut konusunda ise Herbert Spenser, Auguste Comte, Alexander Pope gibiler, umuda gerçekliğin yapısına entegre bir oluşum olarak bakıp, bir nevi kaderciliğe giderler; onlarda umut, aynı zamanda insanları politik atalete itme riski barındırır; gelecekte her şeyin iyi olması mümkünse, insanların yerinden kalkıp onun için çaba sarf etmeyeceklerini söylerler. Eagleton’un belirttiği üzere Ernest Bloch dışında hiç kimse Umut konusunu ele almamış, ve doğru değerlendirmemiştir, Bloch da iyimser kaderciliğe sürüklenmiştir. Umuttan şöyle ya da böyle bahsedenler ise ya kaderciliğe, ya iyimserliğe, ya da kötümserliğe sürüklenmişler, hiçbiri nesnel sonuçlara ulaşamamıştır. 18. Yüzyılda kötülüğün gerçekliğini reddeden bazı aydınlar var, bunlar umudu iyimserlik olarak ele almıştır ve çoğu edebiyat eserine de bu profesyonel iyimserlik yansımıştır; mesela geç Victorya dönemi İngiltere’sindeki romanlarda hiç trajik sona rastlanmamaktadır. Günümüzde de örneği vardır bunun, arka kapak yazarları ve reklamcıları en karanlık kurmaca eserlerde umut pırıltıları görmek gibi genel bir çaba içindedir, çünkü okurların aşırı kederi fazla iç karartıcı bulacağı varsayımındadırlar.
İyimserliğin tümüyle derinlikli olmasa da rasyonel olduğunu düşünenler de vardır, Matt Ridley gibi. Ridley “Akılcı İyimser”de hayat dolu dünya bakışını gerçekçiliğe, olgulara dayandırması bakımından içi boş neşelilikle arasına mesafe koymuştur. Maddi zenginlik refahın zorunlu bir koşuludur, zira açlık çekerken ancak azizler gelişebilir derken, iyimserlikten çok umudu ve maddi koşullarla bağını ortaya koymuştur. Ama Ridley’in de gittiği nokta iyimser bakmak, (teknolojik gelişimlerle dünyanın daha iyi olduğunu) artık büyük kötülüklerin, felaketlerin olmayacağını savunmaktır. Bu da nesnel koşulları doğru değerlendiremeyip pembe gözlüklü iyimserliği getirmektir. Gerçek ise, üretim güçlerinin evrimiyle Ridley’in savunduğu biçimde, çoğunluğa daha fazla boş vakit, daha refahı yüksek bir yaşam getirmemiş, aksine neolitik atalarından daha yoğun çalışıp daha sefil yaşamayı getirmiştir ve onları böyle yaşamak zorunda bırakan da toplumsal ilişkiler olmuştur.
Eagleton umut konusunda, teolojiden başlayarak, Antik Yunan’dan, trajedyalardan, günümüz edebiyat ve felsefesine kadar; Atinalı Thomas, Platon’dan Kierkegaard, Jean Paul Sartre, Lord Byron, Çehov, Schopenhauer’a kadar pekçoğunun yapıtlarında umudun ne şekilde yer aldığını inceler. Umudun, istek, arzu, öngörü olmadığını ve sadece insana ait olmadığını da satır satır okumalarıyla ifade eder. Descartes’e göre umut, ruhun arzulanan şeyin gerçekleşeceğine inanmasıdır ve her erdem gibi umut da belli bir tarzda düşünme, hissetme ve eyleme yönelik edinilmiş bir erdemdir. Bloch’ta da umut, öğrenilmesi gereken bir şeydir. Umutlu kişi bir yanıyla iyimsere benzese de, umut erdemini pratiğe geçiren kişi, iyimserden farklı olarak her şeyin mutlaka iyiye gideceğini varsaymaz, iyimserlerin yanaşmadığı bir şekilde, olabilecek felakete de yakından bakabilir. Alain Badiou da umudu bir azim ve inat ilkesi diye nitelendirir. Umut bir anlamda kişinin en zorlu ve çalkantılı koşullarda kendi inancına sadık kalışıdır; sabır ve dirençle ilişkilidir umut. Badiou’nun tanımladığı şekilde bakılınca, bugünkü “umutsuzlar”ın umutsuzluğunun kendilerine, kendi inançlarına sadık olmamalarından, sabırlı ve dirençli olmamalarından kaynaklı olduğunu açıkça görürüz. Hatta bu inançların da mesnetli bir kültüre, bilgiye sahip olmadığından, umut diye tanımladıklarının iyimserlik ya da kötümserlikle gidilen bir kadercilik ve kabullenmeden ibaret olduğunu da görürüz. Teolojide umutsuzluk Tanrı’ya karşı işlenmiş bir kabahattir, politika da umut işe geldiği şekilde değişiklikler gösterip bazen iyimserlik bazen de kötümserlik ve kadercilik olarak bulunur ama asla gerçek bir umut değildir. Temelde, haysiyetsiz davranışlarımızın büyük kısmını altında yaşadığımız rejimler üretmektedir ama bu durum bizim ahlaki payımızı ortadan kaldırmaz. Bu rejimleri inşa eden bizleriz; yine dürüst ve iyi kalpli kimseler olarak, tüm tarihsel olasılıklara karşı bu erdemleri hayata geçirmemiz gerekir. Umut, gelecek için iyiyi düşünme ve bunu işleme, eyleme şeklidir; iyimserlikte olduğu gibi umut, bardağın dolu tarafını görüp oturmak değil, boş tarafını da, kötü bir tadı olan dolu tarafını da görüp iyileştirmek için kendi nesnelliği içinde bir hareketlilik yaratmaktır.
Tüm bu yapıtlar ve yazarlarda iyimserlik ve umudu incelemeleri okurken aklınıza bizdeki umut biçimleri gelecek. Bizdeki umut, iyimserlik-kötümserlik biçiminde kaderciliğe giden bir biçimdir. Çocukluğunda bile, hangi sosyal sınıftan olursa olsun, bizler şöyle örneklendirilmiyor muyuz: bulunulan durumdan şikayet, isyan, daha iyisini talep etme karşısında bize bir alt durum, bir sefalet ve açlık hali, çok kötü yaşam biçimleri gösterilerek haline şükret durumu yaratılmıyor mu? Bilgiye sahip olmanın zor olduğu yerde en çok, inanç ve umuda ihtiyaç olur. Yaşamdaki her şey gibi umut da bilgiye dairdir, ne biliyorsan, ne kadar biliyorsan o kadarını umut edebilirsin; yaşama bilgisi yoksa tabii ki en iyi yer bulunduğun yerdir, bak daha kötüleri de var. Bu oldukça da ne umut olabilir ne de daha iyisine erişip kötülüğü ortadan kaldırmak için bir eylemlilik. Yaşadığımız şimdi, bünyesinde her zaman geçmişi taşımaktadır ve geçmişin, bir kriz anında kendini dayatarak, özgürleşmiş bir gelecek umudunu ezmesi her zaman olasıdır. Umutsuzluğun bir nedeni, dertlerimizin büyük ölçüde sistemle ilgili olmasıdır, sistemleri değiştirmek epeyce güç ama bu aynı zamanda umut için bir gerekçedir. İyimser kişi umutsuzluğa düşmez belki, ama umudu elzem kılan koşulları görmezden geldiğinden, gerçek umuttan habersizdir.
Aycan Çörek – edebiyathaber.net (6 Nisan 2017)