Ne çok şeyi hatırlatıyor onun fotoğrafları, her bakışta/okuyuşta kendinizi alamıyorsunuz.
Hayatın sırlı yanları, doğanın devinimi ve insanın yeryüzüne dağılan acısı gelip bulur sizi onun fotoğraflarıyla.
Toprağın Tuzu belgeselini izlemeden önce Salgado, benim gözümde iyi bir fotoğrafçıydı yalnızca. Ama bu belgeselden sonra onun dünyanın vicdanı olduğunu öğrendim. Ve daha çok şeyi…
Onun kendini anlattığı Toprağımdan Yeryüzüne’yi okurken ise Salgado, bir yerde olmak, bir düşte yaşayarak var olmak, bir yere/toprağa bağlanmak düşüncesinin simgesine dönüştü benim gözümde.
Salgado’yu fotoğrafa götüren, oradan dünyaya taşıyan öykünün başlangıçlarına döndüğünüzde önce karşınıza çocukluk anıları çıkar. Ama o anıları asıl renklendiren, bellekte iz bırakmasını sağlayan üzerine doğduğu yer/toprak/coğrafyadır.
“Çocukluğum benim için hâlâ harika bir zaman dilimi ve o topraklara halen muazzam bir sevgi duyuyorum,” diyen Salgado, bize, insanın bir yere/bir toprağa aidiyetinin ne denli gerekli ve benzersiz bir şey olduğunu da anlatır aslında.
“Hayatım boyunca beni takip eden farklı ışıkları görmeyi ve sevmeyi burada öğrendim,” der, şunu ekler Salgado: “Işığın deldiği yüklü bulutların görüntüleriyle büyüdüm. Bu ışıklar benim fotoğraflarıma da girdi. Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeydim.”
İşte Salgado bize, toprağa yakın olmanın, toprağa dokunarak yaşamanın ne büyük bir sevgi ürettiğini de hatırlatıyordu. Öyle ki, onun fotoğraflarına yansıyan sevgi dolu bakışı, şefkat yüklü gözü sizi anlatıp gösterdiği gerçekliğin içine tutup çeker. Bir daha da ordan kopamaz, belleğinize iz düşüren görüntünün algısıyla yeni düşlere/düşüncelere yönelirsiniz.
İnsandan insana gitmenin yolunu/yordamını gösterir size Salgado. Gidip dokunduğunuzda gören gözün, yaşanan hayatın ne denli çeşitlilik içerdiğini de anlarsınız onun fotoğraflara yansıyan dünyasında.
İnsan varoluşunun tözü de bu değil miydi; görmek dokunmaktır, yaşamak hissetmektir.
Onun fotoğraflarıyla çıktığınız bir yolculukta derleyici/hatırlatıcı gözün nasıl bir bellek oluşturduğunu gözlersiniz.
Eğer bağlandığınız bir toprak, bir kara parçası varsa, dünyanın neresine giderseniz gidin orası hep sizde yaşar. Biriktirdikleri, hissettirdikleri ruhunuzun bir yerindedir. Çünkü yeryüzündeki renginiz/varlığınız rengini oradan alır.
Mesafeler… Yolculuklar…
Salgado, şaşırtıcı biçimde yaşadığı ülkenin yeryüzünde nasıl bir yer kapladığının öyküsünü anlatırken; o büyük kara parçasının (Brezilya’nın) insanın düş dünyasını nasıl etkileyebildiğini de dile getiriyor.
O geniş ülkede bir yerden bir yere gitmeyi adeta kıtalar arası yolculuklara benzetiyordu.
Bir yerden bir yere gitmek… Hele mesafeler uzunsa, biriktirdiğiniz özlemlerle keşif arzunuz da artar.
İşte o, fotoğrafın gözü, ışığın yansıtıcısı olarak sizi alır ta ötelere götürür; adeta dünya gezgini kılar.
Salgado’nun dünyası bize uzak yerleri yakın kılan, bilmediğimiz duyguları keşfettiren bir dünyadır.
Her yolculuk söz gerektirir, bakış gerektirir. Bunların neler olabileceğini de sanki mesafeler belirler.
Salgado’nun gözleme dayanan şu düşüncesi bana sarmalayıcı geliyor:
“Bu yolculuğu yapanların konuşmak ve manzaraya bakmak için bol bol vakti olurdu. Bu yavaşlık fotoğrafın da bir parçasıdır. Uçak, araba ya da tren bizi dünyanın bir kısmından diğer kısmına götürebilse de, fotoğraf çektiğiniz anda hiç acele etmemelisiniz. İnsanların, hayvanların, hayatın hızına ayak uydurmalısınız. Dünyamız şu anda çok hızlı hareket etse de, hayat öyle hızlı akmıyor, fotoğraf çekmek için hayata saygı duymalısınız.
Salgado’nun “benim topraklarım olağanüstü derecede güzeldir,” sözünü seviyorum.
Bu salt bir yere bağlılığı değil, aynı zamanda orasını ne denli iyi tanıdığını da anlatır.
Düşlerimiz, yeğâne gerçeğimiz
Kurtarıcı olan düşlerimizdir. Bizi uçurumun kıyısına götüren ve döndüren.
Acıyla yüzleştiren, kederin dilini de öğreten. Salgado, gençlik çağında tanıştığı aşkı Lélia ile yaşama yoluna hazırlanırken fotoğrafı da keşfeder. Adeta bir düşe bağlanır. Fotoğraf ona, sınırları aşmayı öğretir.
Afrika’ya yüzünü döndüğünde ise şunları söyleyecektir:
“Bu kıtada ben cennetimi tekrar keşfettim.”
Fotoğrafın ona çizdiği yol güzergâhlarının başında Afrika gelmektedir elbette: “Hikâyem kesinlikle bu kıtaya temelden bağlı,” derken de bu gidişin/bağlanışın anlamını da imler elbette.
Şunu pekâlâ söyleyebiliriz, Sebastião Salgado toplumsal belgesel fotoğrafın bugün önemli/öncü bir adı. Onunla bir dünya yolculuğuna çıkmak için sanırım önce sözünü ettiğim belgeseli izlemeli, sonra da Toprağımdan Yeryüzüne kitabına dönerek onun dünyasına daha yakından bakmalı.
“Fotoğraf benim hayatım,” diyen bir bakışın yolculuğunda çok şey öğrenilebileceğini düşünüyorum.
Onun şu düşüncelerini de hatırlatarak aradan çekilmek isterim:
“Yıllar içinde hiç değişmedim, fotoğrafı, bir anı çerçevelemeyi halen çok derinden seviyorum. Buna ek olarak, fotoğraf her zaman tarihin dalgalanmalarını takip etmeme olanak tanıdı. Belki bir gün fotoğrafın yerini yeni bir dil alacak ama o zamana kadar fotoğraf, yolu fotoğrafa uğrayanlara yoğun anlar ve ayrıcalıklı bir hayat sunmayla devam edecek.”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Nisan 2017)