Ben, yalnız olduğum için okumaya başladım. Okudukça yalnızlaştım. Bu kuyudan yükseldikçe çıkılmıyor, aksine kuyu derinleştikçe varıyorsun varacağın yere…
1990’ların ortalarıydı. Liseye gidiyordum… Ailemle Kadıköy’ün varoşu Fikirtepe’de yaşıyordum. Ve bir edebiyat okuru olma hakkında hiçbir fikrim yoktu. Annem, çocukken yediği dayaklar ve rencide edilmelerden oluşan acıları unutmak isterken, benim altı yaşımda tepeden tırnağa yandığım bir ev kazası sonucu on yıldır kestirilemeyen vakitler aramızdan ayrılıp, iç dünyasına dalan… Tıbbı adı depresyon konulup… Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin yatağa bağlayarak hasta dövme yöntemi dahil, SSK doktorlarının verdiği insanı tüm gün uyuşturan ilaçlarla ayakta duran yani istemese de uyumak zorunda kalan kendi halindeydi… Babam ise, küçükken geçirdiği ateşli hastalıktan sonra bir de yirmi yıldan fazla baklava imalathanelerinde tipi halinde yağan nişasta tozunun ihanetine uğradığından, iki kulağında da ağır işitme kaybı bulunan… Ancak bağıra bağıra en temel konularda “Aç mısın”, “Televizyonda izlemek ister misin” gibi soru cümlelerimize “Evet açım”, “Tamam izleyelim” gibi birer ikişer kelimelik cümlelerle yanıt veren bir kendi halindeydi… Erkek kardeşimse, ilkokulda hayat bilgisi dersini alıyordu. O da, hiçbir çocuk sokak kavgasına karışmadan yaşayan bir kendi halindeydi… Kira evimizde benim ve kardeşimin ders kitapları hariç hiç kitap yoktu.
Faili meşhurum
Ve bir gün ölesiye bir can sıkıntısıyla gittiğim Kadıköy’de, o dönemler yüksek sesli metal müziği duyanların Mühürdar Caddesi’nde yolunu değiştirdiği Akmar Pasajı’na gittim. Metal müziğin sesinden ürktüm ve içeriye girecek cesareti kendimde bulamadım. Fakat pasajın kapısında otuzlu yaşlarında bir erkek, yere açtığı tezgâhında her biri birbirinden farklı roman, öykü ve şiirlerden oluşan eski kitapları satıyordu. Neyi okuyacağım konusunda fikrim yoktu ama yanımdaki yöremde tezgâha üşüşenlerin,
“Aa çok ucuza satıyor, hem de güzel kitaplar hangisini alırsan al kardeşim…” diye birbirleriyle konuşmalarından cesaretle paramın yettiği ve adını daha önce duyduğum bir kitabı aldım. Parasını uzatırken de, satıcının kimseye belli etmemeye çalışarak ağladığını fark ettim. Eve giderken elimde Sait Faik‘in Havuz Başı/ Son Kuşlar adlı hikâye kitabı vardı.
Eğer okuyarak yalnızlaşmak, okumak için yalnız kalmak ya da okuduğun sonra da yazdığın için yalnız bırakılmak ya da başka bir deyişle ‘Mezarımı derin kaz’ türküsündeki
‘Yüreğime hançer de soktu
Ben onu gül sandım’
dizelerindeki gibi yüreğinize sokulan hançerse okuma alışkanlığı ve bu bir suçsa eğer, benim faili meşhurum Sait Faik’tir…
Sizi uyarıyorum
Düşünüyorum da, yolum ilk olarak Sait Faik gibi sadeliğin ihtişamı formunu Türk edebiyatına getirerek, edebiyatımızın dil ve anlatı nehir yatağını Batı taklitçiliğinden özgünlüğe doğru değiştirebilen bir güçle karşılaşmasaydı, acaba okur olabilir miydim? Edebiyatla uğraşıyorsanız eğer… İster okuru olun ister yazarı… Hayatınız sorular üretmek ve onlara yanıt vermek, çoğu zaman da verememekle geçer. Böyle yaparsanız da, edebiyat eylemi gerçekten ruhunuza dokunan bir işe dönüşür ki, bu uğraş için fedakârlıklarınıza delirmeden yahut birazcık delirerek tahammül edebilirsiniz. Yine de sorularınızın ve sorunlarınızın en büyüğünün yalnızlığa dair olacağını unutmayın. Unutmayın size anayasaların koruması altındaki eğitim kurumlarında ‘Birer okur olun’ tavsiyesinde bulunulur. İyi okurlar ve yazarlar da bu aileye yeni bir üye katılsın diye okuma listeleri verir ve okuma tavsiyesinde bulunur lakin kimse size bir okur olduğunuzda düşeceğiniz yalnızlık kuyusundan söz etmez. Ben o kuyunun dibinden şimdi ses veriyorum. Ve uyarıyorum.
Aydınlanma başlıyor
Demiştim, okursanız yahut yazarsanız hayatınız sorular ve bunlara cevaplarla geçer. Fakat benim bu gerçeğin farkına varmam okur olmanın kıyısında gerçekleşti. Bir armağan mı bir ceza mı beraber karar verelim: Böyle bir aydınlanma yaşadım çünkü bir edebiyat kaynağı olarak sahaflarında ucuz kitaplarını keşfettiğim Akmar Pasajı’na yolumu ikinci kez düşürdüğümde bu kez içeriye girebilme cesaretini gösterdim ve karşıma çıkan ilk sahaftan daldım. Dönüş yolunda Aziz Nesin’in Zübük romanını okuyordum. Üzerinde nedense pek durulmaz. Gerçi bu ıskalamanın pusulasını şaşırtan mıknatıs, Aziz Nesin’in çok büyük bir yazar olmasının ve sayısız birbirinden güzel eser vermesinin gücünden gelir. Aziz Nesin’in sadece hikâyeleri değil aynı zamanda tiyatro oyunları ve onunla paralel romanları da her biri üzerinde incelikle düşünülmüş ve her birinde yazarın üslup imzanın yanında modern edebiyat için çok has malzemelerin bulunduğu yapıtlardır. Evet Aziz Nesin, modern edebiyat için pek çok malzeme üretmiş ama bunu bir modern inşa süreciyle edebiyata uygulamamıştır. Fakat Zübük romanı hariç. Daha ben ilk okuyuşumda bu romanda sadece romanın ifadesel gücü ve Türk siyasi tarihine yaptığı metinsel göndermelerle değil, aynı zamanda birinci kişi anlatımını bir vakitlerin Kasımpaşa kabadayıları hasımlarını hacamat etmek için usturalarını nasıl cerrah bilinciyle kullanıyorsa, edebiyatı da boş ve gereksiz yazıdan ayırmak için kullandığını görmüştüm.
Aydınlanmak böyledir… Bir şeyi fark edersiniz ve bu bilinç ışıması sürsün diye onu sürekli testten geçirirsiniz. Ben de öyle yaptım. Akmar Pasajı’na yığınla getirilen eski kitaplar arasında bilinçsiz fakat gizli bir elin şans yardımıyla yolculuğa çıktım: Eğer o günlerde doğru kitaplarla tanışmak için ömrüm boyunca ihtiyacını çok hissedeceğim tüm şansımı harcadığım bilincinde olsaydım; yalnızlığımdan kurtulmak için okumak ihtiyacı mı ağır basardı yahut ileride aşk acıları için hastalanıp ölümün kıyısına varabilme ihtimalinden kurtulmak mı… Bunun cevabını da yazının sonunda vereyim…
Eskilerden kurtulan evlatlar
Ama o günlerde böyle bir tercih aklımın ucundan geçmiyordu ve ben de, Kadıköy’ün şimdi sahipleri ölmüş yaşlı entelektüellerinin onların bu bit dolu ve kirli mirasını istemeyen çocuklarınca eskicilere satılmış koliler içindeki kitaplarından kendime okuma yolları açıyordum. Anladım ki ilk kitabımı aldığım satıcı da babası ya da annesinden kalan kütüphaneden kurtuluyordu ve bunun acısıyla ağlıyordu… Bununla aydınlanmak çok can acıtıcı oldu ve sanırım sahaftan kitap toplamayı, evlatlarının hatırasını sattığı anne babaların hatırasına sahip çıkmak için de sürdürdüm…
Zamanla yoksul bir ailenin çocuğuna verebileceği mütevazı harçlıkla, Kadıköy’den Fikirtepe’ye yürüyerek gidip gelebilmeyi göze alarak yol parasını da eklediğimde bir kitap alabilecek ekonomiye sahip ve giderek kitap okuma zevki gelişen bir gence dönüştüm. İlk sayfalarında inci gibi el yazılarıyla adları soyadları. Kimi zaman hediye ettikleri kişiye bir iki satır şiirleri yahut kitabı bitirdikten sonra hissettiklerine ilişkin ifadelerin olduğu… Fakat hepsi de şimdinin ölülerine ait olan kitapları gidip sahaflardan topladım. Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sı, Montaigne‘nin Denemeler’i, Dostoyevski‘nin Kumarbaz’ı, Yaşar Kemal‘in Ölmez Otu, Sevgi Soysal‘ın Tante Roza’sı, Kemal Tahir‘in Yorgun Savaşçı’sı, sonra Balzac‘dan Eugenie Grandet, Platon’dan Sokrates’in Savunması… Daha niceleri… 2000’lerin başına değin sahaflarla olan bu ilişkim sürdü. İki yüze yakın kitap aldım, çoğunu okudum. Evde bunca kitap için bir alan oluşturulması artık hayatın çelmeleriyle her düştüğünde ilaçlarla derin bir uykuya dalmak yerine onlarla başa çıkmaya karar veren annem… Onca inadın sonunda pes edip işitme cihazı kullanarak, kısık sesle sohbetlerimizi duyup katılan babam… Ve tiyatrocu olmak isteyen kardeşim tarafından tıpkı okumak için evin kuytularına çekilmem saygıyla karşılandığı gibi aynı saygıyla karşılandı… Kitapların kutsallığı konusunda, herkes suskun bir fikir birliğine vardı…
Kitaplar ev dekoruna dönüştü
Bir süre sonra Akmar Pasajı başta olmak üzere Kadıköy’deki sahaflar, çok satan yazarların korsan kitaplarını raftan yüzde 50 daha ucuz satan yerlere dönüştü. Bunun nedeni biraz tuhaftı: O günlerde yine Kadıköy’de yaşlı entelektüelleri ölüm salgınına karşı dayanamıyordu… Ve eskiciler, alacakları kitap kolileri karşılığında makul paralar teklif ediyordu… Ama evinde bir kütüphane bulunması ve bunun da oturma odasında eve gelen yabancı herkesin görebileceği şekilde olması, kitaplığın da eski kitaplarla doldurulması, bir reklamcılık yahut dekorasyon sektörünün başarılı bir uygulamasına dönüşünce, kitaplar birer süs eşyası oldu. Bir yandan da zincir kitapçılar birbiri ardına açılınca, sahaflardan ucuz kitap toplamak yerine kitapçıların indirim kampanyalarını takip etmek daha entelektüel bir eylem olarak görüldü… Böylece sahaflara akan hatıra nehirleri kurudu. Benim gibi bu nehrin kendi halindeki yalnız ve küçük balıkları da yeni yaşam alanları aradı. O sırada kaderim beni Ankara’da iletişim fakültesinde okumak için savurunca, kişisel tarihim Ankara ayazında Umberto Eco’nun Gülün Adı’nın ilk basımını aramak ve bu eylem sırasında ağır bir bronşite yakalanıp, İstanbul’daki evde yirmi gün boyunca hasta yatarken kitabı okumaya dönüştü.
Yine İstanbul’da edinilmiş bir alışkanlıkla Ankara Balgat’taki öğrenci yurdundan kitabın merkezi Kızılay’a yürüyerek gidip gelebilmeyi başarınca, keşfettiğim kimi sahaflarda biraz daha hatıra kazıları yaptım. Dipten yine birçok kitap çıkarttım. Ama edebiyat altyapım eski kitaplar açısından makul bir hale gelince, çağdaş yazarları mutlaka zincir kitapçıların yeni çıkanlar raflarından takip etmek gerekiyordu. Böylece sahaflardan tamamen kopup, zincir kitapçılara ziyaretlerle okumayı sürdürdüm. Sonra gazetecilikle birlikte kitap ekleri için yazmaya başlayınca, yayınevlerinin kargolarından yeni çıkanlar gelmeye başladı…
Az bulunan kalp
Sahi, size okurluğun yalnızlıkla ilişkisini anlatıyordum. Ve bir soru sormuştum. Cevabı birkaç satır sonra vereyim mi?
Bugün, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından ve görüp görebileceğiniz en nadir yüreklerinden Victor Hugo’nun içinde çok alametler olan Notre Dame’ın Kamburu romanından söz edecektim. Hatta çaktırmadan satır arasında bu romanı okumanız tavsiyesinde bulunacaktım. Ama bir yazar hastalığına tutuldum ve anlatmak için başına oturduğum yazı ile yazının kendi gitmek istediği yer arasında rotamı yitirdim. Olsun… Notre Dame’ın Kamburu da yolunu yitirmişlerin hikâyesi nasılsa. Paris’teki Notre Dame Kilisesi önüne terk edilen kambur bebek ismiyle yaşasın diye eksik ve tamamlanmamış anlamına gelen Quasimodo adını alır. Ve Çingenelerin küçükken kaçırdığı Esmeralda adlı güzeller güzeline âşık olur. Esmerella az bulunan kalpli kadınlardandır ve filozof Gringoire ile adamın hayatını kurtarmak için evlenmiştir. Fakat Quasimodo’yu büyüten papaz Claude Frollo da Esmeralda’ya âşık olur. Ve Esmeralda’nın gerçek aşkı subay Phœbus’u ortadan kaldırmak ister. Bu suç Çingene olduğu için Esmeralda’nın üzerine kalır. Sonunda da birçok olayın ardından Esmeralda idam edilir. Quasimodo ise ortadan kaybolduktan çok sonra Esmerelda’nın cesedine sarılı halde ölmüş bulunur. Hugo’nun romanı güzellik, ahlak, erdem ve en çok da aşk kavramları üzerine dünya döndükçe her saat, her an tekrar eden olayları anlatıyor. Esmeralda’nın Çingene oluşuyla yaşanan sosyal sınıf farkının, çirkin ve kambur kilise zangocu Quasimodo’nun yüreğini gördükten sonra ona duyduğu aşkla harmanlayan roman sadece bir klasik değil. Aynı zamanda hayat hakkında bir ders kitabı da…
Sorumuza dönelim. Okur olmak için doğru kitapları bulmak adına hayatının tüm şansı sana sorulmadan bir dönem harcandıysa, ileride başına gelebilecek aşk için bu şanslardan bir kısmını elinde tutmak ister miydin? İsterdim… Okumak, daima kitapla baş başa kalmaya dair bir eylem. Yazmayı saymıyorum dahi… Dünyanın en nitelikli eserlerini bile okusan enikonu yaptığın şey yalnız kalmak. Size bol bol oku diyorlar. Ama kimse yalnızlıktan söz etmiyor. En güzel roman dahi en kötü hayat kadar gerçek değil. Okuyun elbette ama hayatı ıskalamadan… Daha doğrusu hayat okumaktan daha önemli. Öteki türlü okumaya dair bir hayatı yaşıyorsunuz ve gerçek hayatın gerçek karakterleri sizi çarpıp gidiyor. Kırık dökük, bir kenarda kalıveriyorsunuz. Bu bir tercih ama tercihinize dikkat edin… Okumak girdaba kapılmaktır, çıkış yoktur, ancak okuyarak nefes alabilirsiniz. Okudukça yalnız kalırsınız… Dikkat edin… O kadar da okumayın…
Ama Quasimodo? İşte onu okuyun. Çünkü onu okumak, şu cümle için değer…
“Esmeralda, bana su verdi…”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (11 Nisan 2017)