“Fillerin ölümü anladıklarına şüphe yok. Bizim yaptığımız gibi bunu planlamıyor olabilirler; dini doktrinlerimizde olduğu şekilde ayrıntılı ölüm sonrası hayatlar tasavvur etmiyor olabilirler. Onlar için üzüntü çok daha basittir, berraktır. Tamamen kaybedilenle ilgilidir.”
Filler akıl almaz canlılar. Dev cüsselerinin sakladığı ruhun naifliğiyle; hüzünlerinin ve sevgilerinin gücüyle; birbirlerine ve yaşama bağlılıklarıyla… Yüzlerce inanılmaz öykü vardır fillerle ilgili. Zekâlarını, duyarlılıklarını, bireye – ve özellikle yavrulara – yönelik seçiciliklerini, affetmez belleklerini anlatan öyküler. Çoğu hüzünlüdür. Zira bir yerinden insan da karışmıştır bu öykülere. Tüm yıkıcılığı ve zalimliğiyle.
“Bence bütün bu örnekler göz önünde bulundurulduğunda, sorulması gereken soru, fillerin hatırlayıp hatırlayamadığı değildir. Belki de şunu sormamız gerek: Neyi unutmazlar?”
Peki, ya biz neyi unutmayız? Terk edilmenin verdiği yitiklik duygusunu mu? Bir bilinmezin içine atılmanın yarattığı huzursuzluğu mu? Sevdiğimizi, en sevdiğimizi yitirmenin kapkara yasını mı? Deliliğe sürüklenen bir aşk öyküsünü mü? Direnci ve umudu mu? Yoksa her gün yükü artan çaresizliğimizi mi?
Jodi Picoult yeni romanı Ayrılık Vakti’nde en derin ve temel insan acılarını fillerin birçoğu hüzünlü biten öyküsüyle harmanlayıp (ki bunlar gerçek fil öykülerinden yola çıkıyor) ortaya Picoult-severlerin aşina olduğu lezzette bir roman çıkartıyor. Filler üzerine çalışma yapan bilim insanı Alice, kızı Jenna, medyum Serenity ve eski polis Virgil dörtgeninde örülen Ayrılık Vakti, metnin ağırlık noktasına filleri oturtuyor. Bu hem insanı ve insani duyguları “ötekiyle” ilişkilendirecek yeni bir hat sağlıyor metne, hem de metni “bir fil sürüsü kadar” zenginleştiriyor.
Jenna annesini kaybetmiş bir kız; yitirmenin acısını en küçük yaşlardan başlayarak kemiklerine dek hissetmiş, böylece hüznü ve insanı tanımış bir çocuk.
“Seni tamamen hayal kırıklığına uğratmış bir insandan neler öğrenebileceğini bilsen çok şaşırırdın.”
Alice fillerde yas duygusu üstüne çalışan azimli bir bilim insanı. Kendi yasından mı kaçıyor yoksa acısına mı koşuyor, anlamak zor. En azından başta.
“Artık geleceğime doğru koşmuyordum. Diğer her şeyden kaçıyordum.”
Virgil romanda vicdanın temsilini üstlenen karakter; hayli yüklü bir vicdan bu. Hayli kirli, dayanılmaz. İnsanı kendinden – ve diğerlerinden – uzaklaştıran bir vicdan. Çoğumuzun vicdanı gibi.
“Fakat şu kadarını biliyordum ki yaşamanın iki yolu vardır: Jenna’nın yaptığı gibi elindekine tutkuyla sarılıp bunu kaybetmemeye çalışmak; ya da benim yaptığım gibi, onlar seni terk etmeden evvel senin için önemli olan her şeyden ve herkesten uzaklaşmak.”
Serenity ise gözden düşmüş bir medyum; hem öte dünya sırt çevirmiş ona hem bu dünya. Ruhlar ve hayaletler ona yabancı artık; şarlatanlık ve yalanla sürdürmekte yaşamını. En azından şimdilik.
“Ona baktım. Gözlerini yeşil bir maske çevreliyordu, aynadan bir yansıma vuruyordu, sanki Süpermen gibiydi. Ama değildi. Defolu, yaralı, savaşmaktan bitkin, tıpkı benim gibi. Hepimiz gibi.”
Bu karakterleri bir araya getiren şey yitirmek: biri annesini, diğeri kızını – ve daha fazlasını – medyum yeteneğini, eski polis ise benliğini üstüne inşa ettiği vicdanını. Peki, ne çıkar hayatını yitirmekle tanımlayan bu insanlar topluluğundan; bunca kayıptan? Herkesin kendini kurtarması için bir umut mu? Yitirileni geride bırakıp bir kapanış yapabilme çabası mı? Ya da yeni bir başlangıç?
“Vahşi doğada fillerin en etkileyici özelliklerinden biri derin bir yas tutmaları ama sonrasında tamamen, istisnasız olarak bunu geride bırakmalarıdır. İnsanlar bunu yapamıyorlar. Ben hep bunun din yüzünden olduğunu düşünmüşümdür. Sevdiklerimizi bir sonraki hayatta görmeyi bekleriz. Filler bu umudu taşımazlar, sadece bu hayatın anıları vardır. Belki de bu yüzden yollarına devam etmeleri daha kolaydır.”
Picoult kimi zaman klişelerin tuzağına düşmekten sakınamasa da öyküsünü derinden hissedilebilir bir içtenlik ve akıcılıkla anlatmayı yine başarıyor. Bu başarının yarısı öykünün ve karakterlerin yalınlığından kaynaklanıyorsa diğer yarısı da fillerin varlığından besleniyor elbette. Fillerin öyküye dâhil olduğu her noktada anlatı yeni bir boyuta kavuşuyor. Filler ve öyküleri romanı toprak tadı kadar doğal ama bir o kadar da fantastik bir alana taşıyor. Zira filler akıl almaz hayvanlar. Evet.
Ve itiraf etmeliyim ki Picoult’un bu konudaki hassasiyetini romanın her yerine sindirmiş olması, bu satırları yazan hayvan severin okuma keyfine bambaşka bir duygudaşlık da katıyor.
“Vahşi hayatta filler arka ayaklarının üstüne dikilmezler ya da birbirinin kuyruğunu tutup halka halinde yürümezler. Vahşi hayatta filler birbirlerinden sadece birkaç metre uzaklaşır. Devamlı birbirlerine sürtünürler, okşarlar. İnsanlarla tutsak filler arasındaki tüm ilişki sömürüye dayalıdır.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (18 Nisan 2017)