Yazmak, başlı başına bir iddia, bir varlık göstergesidir. Yazdığını yayımlamak, bunun en somut karşılığıdır. Oylum Yılmaz da yayımladığı yeni romanı Gerçek Hayat’ta şöyle der: “Edebiyat bizatihi bir iddiadır! İddiası olmadığını söyleyen edebiyatçıya gülerim…” O halde Gerçek Hayat’a bu pencereden, iddiasıyla beraber bakmak gerekmektedir.
Gerçek Hayat, Anadolu kadın azizeleri hakkında bir tez yazıp aynı zamanda falcılıkla geçinen Leylâ’nın hikâyesidir. Ona metin boyunca Fatma Aliye Hanım, Suat Derviş ve Cahit Uçuk eşlik eder. Dolayısıyla hikâyenin Osmanlı’nın son döneminden 2000’li yıllara kadar uzandığı; yazarın kuşakları, meseleleri ve edebiyatları birbirlerine bağladığı söylenebilir. Yılmaz’ın bu açıdan bir kanon oluşturduğu, edebiyat tarihlerinde pek geçmeyen bir silsileye yer verdiği gözükmektedir. Metin içinde “Yeraltına Çekilmiş Unutulmuş/Unutturulmuş Devrimci Yazar Kadınlar Cemiyeti”ni oluşturan bu isimler giderek Leylâ’yı değiştirmeye, onu başka birine dönüştürmeye başlamıştır. İsminden de anlaşılacağı üzere bu cemiyet oldukça kendine has ve özerktir. Leylâ’yla beraber Çukurcuma’dan çok daha geniş yerlere doğru açılım gösterirler.
Metin, cemiyetin dışında Leylâ, Ayten ve Ahsen üzerine kuruludur. Bu üç kadın hayatlarını aşkla bağdaştırıp onunla hesaplaşır. Hepsinin aşkı kendine göre bir biçim almıştır. Hepsinin bir “Ali”si vardır ancak onun kim ve nasıl biri olduğu muammadır. Bu üç kadının çeşitli sosyal, politik ve toplumsal olaylara ışık tutması bakımından da değerlidir.
Leylâ, birçok çelişkisi, meselesi, sorunu olan bir birey olarak gözükmektedir. Bir yandan emlakçılarla uğraşırken öte taraftan evinde duyduğu seslerle ilgilenir. Anadolu kadın azizeleriyle ilgili çalışmasını yürütürken karşılaştığı cemiyet üyesi kadın yazarlara başlangıçta pek yüz vermez. Zamanla farklılaşma başlar, dönüşür. Kopuşlar, uzaklaşımlar, değişen merkezler gündeme gelir. Tüm sorunlarından ve Çukurcuma’dan kaçmak için fazladan çalışıp Heybeliada’da felekten bir gece çalmaya karar vermeye kadar götürür işi. Tüm bunalmışlıkları onda çeşitli etkiler uyandırır. Bu da iki binli yıllarda kadınların içinde bulundukları durumu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Ahsen, metnin en ilgi çekici kadınlarından ve aslında başlı başına hadiselerindendir. Yılmaz’ın özellikle bu karakter noktasında sergilediği yaklaşım önemlidir. Bir trans birey olan Ahsen’in hikâyesi, annesi aracılığıyla ortaya çıkar. Yaşadığı süreç, gördüğü tepkiler acite edilmeden, edebiyat için özellikle değer taşıyarak okur yönlendirilmeden aktarılır. İşte bu noktada yazarın dar alanda geniş atılımlar yaptığı söylenilmektedir. Kısa pasaj ve diyaloglarla Ahsen ve hayatı gözler önüne serilir.
Ayten’se cezaevindeki aşkı Ali’nin peşinde olan bir kadın olarak gözükmektedir. Onun hayatındaki merkez budur. Ali, cezaevinde kendini yaktığında Ayten de yanmaya başlar ve metin içinde giderek kaybolur.
Metin boyunca Ayten ve Ahsen kaybolurken Leylâ giderek bağımsızlığını kazanır, kişiliğini bulur. Bu üçlü, sanki giderek tek bir birey haline gelir, Leylâ’nın kimliğinde toplanır. Başlangıçta bu iki karaktere sıkı sıkıya bağlı Leylâ artık kendi ayakları üstünde durup eyleme geçebilecek duruma gelir. Dolayısıyla aynı zamanda bir gelişim/dönüşüm metni söz konusudur. Bu da anlatıma yeni bir katman/boyut katması bakımından öne çıkmaktadır.
Çukurcuma, metnin ev sahibi olarak öne çıkarken kendi yazgısını da ortaya koymaktadır. Bir semt olarak hem şehrin merkezine oldukça yakın, hem de kendine has yapısıyla oldukça ayrıksıdır. Kimse başını kaldırarak sokaklarında yürüyemez, hemen takılıp düşer. Leylâ’nın daha başlarda söylediği bu ifadelerden yola çıkarak düşünüldüğünde nasıl bir öneme sahip olduğu anlaşılabilir. Cemiyetin ev sahipliğini yapan semt de unutulmuş, terk edilmiş, kendi saçılmışlığını meydana getirmiştir.
Kadın hakları meselesi günümüzde hâlâ tartışılmakta; unutuş, görmezden geliş, yok sayış hâlâ alabildiğine ortada durmaktadır. Tüm bunları metninde yansıtmakla beraber Yılmaz’ın örgüsü boyunca kullandığı isimler bu sorunları kuşaklar boyunca irdelemektedir. Fatma Aliye Hanım’dan Leylâ’ya kadar olan süreç ve sorunlar konuşmalarla aktarılmaktadır. Buna Türk edebiyatının gelişim çizgisi de eşlik etmektedir. Metnin manifestosu haline gelen, “Davamız ilmi, siyasi ve edebidir,” cümlesi tüm bu unsurları yansıtmaktadır. Tanzimat romancıları arasında adını saklayarak eser veren, yazmak için babası ve eşinden izin almak durumundaki Fatma Aliye Hanım ve inandığı gerçekler gündeme gelir. Edebiyat-ı Cedideciler söz konusu edilir. Hemen ardından komünist kadın yazar Suat Derviş işin içine girer ve farklı bir gelişim çizgisi sunar, ileriki kuşakları ve çeşitli siyasal nedenlerle gündemden düşürülen yazarları irdeler. Aşk romanlarının kadın yazarı olarak anılan Cahit Uçuk’sa bu sürecin bir diğer halkasını oluşturur. Böylelikle çizgi Leylâ’ya kadar uzanır. Leylâ’ysa hepsiyle konuşur, tartışır ve sonuçta ortaya kendi yazgısını çıkarır. Onda hem edebiyat tutkusu, hem siyasi faaliyet, hem aşk hem de toplum vardır. Bünyesinde tüm yaşadıklarını toplamayı bilmiştir. Bu tutum ondaki değişimi meydana getirmiştir.
Gerçek Hayat, aynı zamanda adıyla bir tartışmayı alevlendirebilir: Gerçek hayat dediğimiz nedir? Metin, bünyesinde birçok rüyâ, hikâye, yanılsama barındırmaktadır. Aslında yazarın metnin ismine zıt bir yapı kurduğu söylenebilir. Çünkü gerçekler “hamami sisler arkasında”dır. Sisler aralanmadan gerçeklere ulaşılamaz. Dolayısıyla gerçeklik denilen şeyin tek bir şey olmayabileceği, birden fazla gerçeklik durumu olabileceği, tek bir gerçekliğin birçok görüntüsü olabileceği (…) gibi birçok yoruma ulaşılabilir. Bu da metnin uzamını çoğaltmaktadır. Tüm bu ihtimaller hayatı çoğaltmakta, bir katkı olarak tekrar metne döndürmektedir.
Metin, aşk ve cinayetin gündeme gelmesiyle sonlanır. Sesler Leylâ’ya bu cinayeti anlatarak hikâyesine başlamasını söyler. Leylâ, bu “gerçeği” atlamadan işe girişir. Dönüp metnin başına bakıldığındaysa bunun karşılığı bulunur, metnin başıyla sonu söyleşir: “Sevgilim, aydınlığım ve karanlığım, zaaflarım ve hesaplarım, yaz, söyle, anlat, nasıl öldürdüm ben seni?”
Oylum Yılmaz’ın Gerçek Hayat’ı gündeme getirdiği ve yeniden/yeni-bir-biçimde irdelediği meseleleri, oluşturduğu kendi kanonuyla edebiyata yeni bir pencere açan metinlerdendir.
Abdullah Ezik – edebiyathaber.net (3 Mayıs 2017)