“Yaptığımız şeye bakılırsa bizde bir kusur olmalı.” Perry Edward Smith
14 Kasım 1959’da Perry ve Dick adlı iki serseri, Batı Kansas’taki Holcomb Kasabası’nın saygıdeğer ailelerinden Clutter’ları vahşice öldürürler. Hem de üç kuruş uğruna. Tüm kasabalı ve adli makamlar bu onulmaz katliamla sarsılmışken Truman Capote, Harper Lee’yi de ikna ederek bu vakayı yerinde incelemek için yola koyulur. Başlangıçta New Yorker dergisine uzun bir makale çıkarmak için orada bulunsa da, katil ikiliyle konuşma fırsatı bulunca hislerinin ve düşüncelerinin bir makaleyi ve maksadını aştığını anlar. Büyük bir kararlılıkla In Cold Blood’u (Soğukkanlılıkla) yazmaya karar verir. Hem de gelmiş geçmiş en iyi romanlardan birini yazacağını, bedelini de bir o kadar ağır ödeyeceğini tahmin etmeden. Öyle ki kitap bitinceye dek romancıdan çok, gazeteci performansı sergiler. Romanını tamamlayabilmek için dört yıl boyunca katillerin kaderini bekler. Bu çabasını özetlemeye sıra gelince “Hayatımdan dört yıl gitti” demeyi yeğler. Tahammülsüzleşmiştir. Yakın dostu Harper Lee’nin telefonlarına bile cevap vermeyecek kadar depresiftir. Tüm yalıtılmışlığına rağmen bir gözü yargıçlarda diğer gözü yayıncısındadır. Önceleri Perry ve Dick’i hayatta tutmak için uğraşsa da romanın sonunu yazmak uğruna bir an önce asılmalarını dilemeye başlar.
Truman Capote biyografisi olmakla birlikte In Cold Blood’un kamera arkası sayılabilecek Capote (2005) ve İnfamous (2006) adlı iki filmi, romanı bitirir bitirmez seyrederseniz Truman Capote’un Perry ve Dick’ten daha gösterişli bir psikopat imajı çizdiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Perry’le yüz yüze konuşma fırsatı bulduğunda anlattığı çocukluk anıları ve katillerle kurduğu soğukkanlı ilişki onun vahşi potansiyelini ortaya koyuyor. Dahası Capote, roman boyunca katil ikilisini -özellikle Perry’i- tarif ederken, yer yer yaptıkları onların yanına kâr kalsın diye neredeyse duacı davranıyor. Suçu, roman boyunca gayet iştahlı bir dille anlatan Capote’un yaşantısını sözünü ettiğim biyografik filmler üzerinden biraz kurcalarsanız taşlar yerine oturur. Zira öldürülmelerini onaylamasa da, Clutter’ların kan donduran cinayet fotoğraflarını görmüş olmanın kendisini rahatlattığını belirten sözleri de kayıtlara geçmiş.
Olayın kurmaca kaldırır bir yanı olmadığından, cinayetin sırlarını polislerden -en azından romandaki aynasızlardan- önce öğreniyoruz. Zaten bu “katil kim?” oyunu oynayacağınız bir polisiye değil. Hatta romanın henüz başında Clutter’lar dışında kimsenin cinayete kurban gitmeyeceği de neredeyse garanti ediliyor. Tam da bu nedenle Capote’un eşsiz polisiyesi In Cold Blood, ölüme ve katile hem psikolojik hem sosyolojik açıdan bakan bir entelektüelin cinayet raporu olarak okunabilir.
Her aşaması polis kayıtlarına geçmiş bir vakadan bahsedilmesine rağmen romanda gerçek, absürtleşmiş ya da absürt, gerçekleşmiş gibi görünüyor gözünüze. Öykü de buna çanak tutuyor. Koskoca katliamdan amorti bile sayılmayacak bir meblağla döndüklerinde, Perry baba mesleği olan hazine avcılığı hayaliyle suç ortağı Dick’i peşinden Meksika’ya sürükler. Bir süre, küçük miktarda sahte çekler yazarak günü kurtarırlar. İşledikleri cinayet hiç yaşanmamışçasına zindedirler. Arada sırada aynasızların bu işin peşini kovalayacağından kuşkulansalar da, her defasında, mükemmel bir cinayet işledikleri sonucuna vararak konuyu kapatırlar. Ancak başta Alvin Dewey olmak üzere Kansas soruşturma bürosunun zehir hafiyeleri Holcomb Kasabası’nda konuşma yeteneği olan her canlıya cinayetle ilgili sorular sormaya başlamışlardır. Polislerin çabasını ve katillerin dikkatsizliklerini göz önüne alırsak, romanı daha yarılamadan katillerin Albert Einstein, dedektiflerin de Sherlock Holmes olmadığı, ancak yazarın zekâsının alabildiğine parladığı bir polisiye okuduğumuza ikna oluruz. Perry ve Dick’in 1000 dolarlık ödüle tav olan aynı koğuştan arkadaşları Floyd Wells’in itirafçı olmasıyla olayın aydınlanması da malumun ilanıdır.
Perry ve Dick ikilisi tüm gerçekliklerine rağmen; Thelma ve Lousie, Bonnie ve Clyde ikilisinin değişik bir versiyonu olarak okunabilir. Ancak psikolojik altyapıları, stilleri ve medyayla olan ilişkilerine bakılırsa Natural Born Killers’ın Mickey ve Mallory’si onlar için daha uygun bir benzetme olur. Ayna nöronları alınmış, cinayeti kovboyculuktan hallice gören ve elbette adalet terazileri şaşmış iki hergele, kapasitelerini aşan bir cinayet işlemişlerdir. Birbirleriyle ilişkileri de, sorunlu bir ebeveyn çocuk ilişkisi gibidir. Sadece ara sıra rolleri değişirler. Buradan bir mercek tutarsak; özellikle Perry numune bir sosyopat sayılabilir. Alfred Hitchcock karakterlerindeki psikanalitik bulguların birçoğunu otomatikman barındırır. Gene de onlar kadar ciddi biri değil. İyilik ve kötülük hakkında bulanık da olsa bir standardı var. Ortağı Dick’in kız çocuklarını taciz etmesini iğrenç bir davranış olarak yorumlar. Cinayet gecesi Dick’in Nancy Clutter’a tecavüz etmesini engelleyen ancak evdeki herkesi öldüren de kendisi. Olaylara bakışını 8 yaşında bir çocuğun anıları şekillendiriyor gibi. Çocukluğuna inilince tüm sırlarına ulaşılacak tiplerden. Tam olarak öfkeli biri de değil. Cinayet masası yerine Freud’un divanında konuşturulmaya çalışılsa daha fazlasını öteceğine şüphe yok.
Dick ise daha kafa karıştırıcı. Çocukluğuyla ilgili hatıralarının klinik açıdan onun bir psikopat olmasını gerektirecek bir yoğunluk taşımadığını söyleyebiliriz. En azından Dick ve Capote bu fikirdeler. Ancak tıbben bakarsak harika bir çocukluk geçirmesine rağmen böyle bir canavarın ortaya çıkması için ya bir psikozu genetik miras olarak edinmiş ya da romancısı tarafından görmezden gelinmiş olması gerekir. Belki de her ikisidir.
Bunca suçun bir de ceza kısmı var. Açıkçası, adalet Capote’un merhametine bırakılsaymış Clutter’lar ve Holcomb hatta bütün Kansas’ın gözlerinin arkada kalacağı kesin. Capote roman boyunca suç ve ceza konusunda muhafazakâr bakışın tembelliğine ayak diriyor. Bu, öykünün en dinamik, belki de tek entelektüel yanını oluşturuyor. Romanı yazmadan önce verdiği röportajda “Bu ülkede iki dünya mevcut: Mütevazı, muhafazakâr yaşam ve o iki adamın yaşamı…” diyerek buna açıktan vurgu yapıyor. Ancak bir okur olarak, Kansas’ın en narin ailesinin bir hırsızlık fantezisi sonucu katledilmesini ağır şekilde cezalandırma isteği duyabilirsiniz. Hatta zaman zaman yazara karşı hırçınlaşmanız da olası. Oysa Capote’un adil olmaya değil kulak vermeye çalıştığını kabullenmek işinizi kolaylaştırır. Zaten, gecikmeli de olsa, boyalı idam sehpasına çıkartılmış, muhtemelen kemikleri sızlayan iki faniden bahsettiğinden emin. Üstüne üstlük yargılanma sürecindeyken onlarla kurduğu bir ahbaplık var. Hatta o arada Perry’le flört etmiş bile olabilir (Capote’un eşcinsel olduğunu bildiğinizi varsayıyorum). Öte yandan Clutter’ları ise daha çok bir tabuta bitişik hatırlıyor.
Perry ve Dick’in idam sehpasına giden yolda verdikleri mücadele, Capote’un katilleri sıradan insanlar olarak denediği, oldukça yoğun, suç ve cezaya bakışımızı tersyüz eden, katilin haklı olmasa da hakkı olduğunu ima hatta iddia eden ifadelerle dolu. Biraz da bu sayede Capote kendi yoğunluğuna okuru çekmeyi başarıyor. Bundan doğan sinerji, üzerinizdeki ölü toprağını silkeliyor. Mesela Perry ve Dick’in mahkemeye sundukları otobiyografilerini okuyunca, katiliyle tanışsaydı Bay Clutter’ın onlara adli makamlar kadar sert davranmama ihtimalini göz önünde bulundurabiliyorsunuz.
Kitap Sel Yayıncılık tarafından sağlam bir çeviriyle 5. baskısını yaptı. Tüm çevrelerin ilgisini çeken kitabın Richard Brooks’un yönettiği, 1967 yapımı sıkı bir uyarlamasının da olduğunu hatırlatalım. İroninin dibini bulacağınız, klasik polisiyeyle ilgili her türlü ritüeli görev icabı çiğneyen mükemmel bir roman In Cold Blood. Farklı deneyimlerle yazılmış ve öyle de okunuyor. Bir düşünelim, romanındaki katillere gerçekte avukat ayarlamış kaç yazar var şu dünyada. Bunun bir olanak olduğunu biliyordu Capote. Daha ilk cümlesini bile kurmamışken, mütevazı(!) kişiliğinin de etkisiyle, In Cold Blood’un son on yılın gerçeğe dayalı en iyi romanı olacağını iddia etmişti. Kitap onun öngörüsünün de ötesinde bir başarı sağladı. Tarantino filmlerindeki süper diyaloglarla Kurt Vonnegut’un harika tasvirlerini aynı tencerede kaynatıp ortaya çıkan karışımın üzerine Saul Bellow sosu ektiğinizde elde edeceğiniz karışıma yakın bir tat geliyor kitaptan. Katiller ve ölülerle dolu bir romanın okura içten içe bir gülme efekti aşıladığını hissediyorsunuz. Bütün bunları bir kenara bırakıp şöyle de bakabilirsiniz. Narsizmin tüm semptomlarını bünyesinde taşıyan bir yazar, iki psikopatı anlatıyor. Ancak neresinden ele alırsanız alın, moral deponuzu istediği gibi kullanan bu başyapıtın, insan yeryüzünde kaldığı sürece suç ve ceza hakkındaki tüm kararlara burnunu sokacağı kesin.
Evren Kuçlu – edebiyathaber.net (9 Mayıs 2017)