Çağımızın en büyük romancılarından ve entelektüellerinden Milan Kundera, uzun bir aradan sonra suskunluğunu yakın zamanda yayınladığı Kayıtsızlık Şenliği ile bozdu. Can Yayınları tarafından Ayça Sezen’in Türkçeleştirdiği Kayıtsızlık Şenliği, Milan Kundera’nın romanlarının bir özeti gibi duruyor. Kundera’nın romanlarından sıklıkla değindiği temalar bu romanda da karşımıza çıkıyor. Aşk, cinsellik, totalitarizm, mizah, absürtlük ve yanlış anlaşılmalar romanın ana izlek noktaları olmuş. Bununla beraber Kundera, Kayıtsızlık Şenliği’nde klasik hikaye anlatısına yer vermiyor, epizodik bir anlatımla ana eksenin kayıtsızlık olduğu bir çok farklı öykü anlatıyor.
Kundera, kendisini terk eden annesiyle hesaplaşmaya çalışan Alain, mutluluğa ve ölüme takıntılı Ramon, kukla tiyatrosu tasarlamak isteyen Charles ve işsiz oyuncu Caliban adlı dört arkadaş üzerinden kayıtsızlığı, umutlarını, hayal kırıklıklılarını resmediyor. Kitap boyunca mizah anlayışımızın nasıl yitirdiğimizi sorguluyor ve hayatımızın bütün hücrelerine sızmış totaliter devlet anlayışını eleştiriyor. Bütün bu olumsuz durumlara karşı da bir direniş reçetesi olarak kayıtsızlığı öneriyor.
Ütopyasını kaybeden Avrupa
Kundera, Kayıtsızlık Şenliği’nde güncel siyasetten, tarihe, aşktan, cinselliğe varana kadar birçok farklı konuyu ele alıyor, bununla beraber kendisinin romanın ana uğrak noktası Avrupa medeniyeti üzerine oluyor. 1970’lerin başında Stalinist rejimin baskısı yüzünden ülkesini terk ederek Fransa’da sürgün hayatı yaşamak durumunda kalan Milan Kundera, hemen hemen bütün romanlarında baskıcı totaliter devlet anlayışını eleştirmişti. Kundera Kayıtsızlık Şenliği’nde günümüzde geçen ve olayların Paris’te vuku bulduğu bir öykü anlatıyor lakin bu sefer totalitarizmin gündelik hayatımıza nasıl sızdığını, nasıl normalleştiği üzerine kafa yoruyor.
Nazan Maksudyan[1] kitaba dair yazısında Avrupa’nın tam merkezinde 24 saat kamerayla kontrol edilen, başında bir güvenlikçi bulunduran sitelerde yaşanan ve bir tür hapishaneye dönüşmüş modern hayat biçiminin geçmişin baskıcı devlet anlayışından çok da uzak bir yerde durmadığını bahsetmişti. Kundera da kitapta herkesin giderek birbirine benzediği, kimliksizleştiği, kendisinden olmayan herkesten korkan ürken, özgür iradesini kaybetmiş, hayatta kendisine biçilen rolü oynamak haricinde bir şey yapamayan bir toplum tasviri yapıyor. Daha da önemlisi ütopyasını kaybetmiş bir Avrupa panoraması sunuyor bizlere. Kendi değerlerine sırtını dönmüş, çok kültürlüğünün anlamını yitirdiği, yanı başında göçmenlerin yaşadığı trajedilere ilgisiz, sığınmacıların varlığından rahatsız olan, kendinden olmayanın dışlandığı özünü kaybetmiş dünyaya kayıtsız kalmış bir Avrupa portesi…
Bu anlamda romanda işsiz oyuncu Caliban’ın garsonluk yaptığı yerde şaka olsun diye kendi kimliğini saklayıp Urduca konuşmasının bir zaman sonra tehlikeli bir oyuna dönüşerek devletin dikkatini çekmesi bu duruma iyi bir örnek olsa gerek. Alain’in kitapta zihninden geçen şu cümleler durumu iyi bir şekilde özetliyor kanımca: “Sahi, bu düşüş neyin işaretiydi? Arkasından başkası gelmeyecek, katledilen bir ütopyanın mı? Hiç izi kalmayacak bir çağın mı? Boşluğa atılan kitapların, tabloların mı? Bir daha Avrupa olmayacak Avrupa’nın mı? Bir daha kimsenin gülmeyeceği şakaların mı?”
Bir direniş biçimi olarak kayıtsızlık
Kayıtsızlık Şenliği’nde kayıtsızlık akla ilk gelen anlamıyla ya da çağrışımıyla bir nihilizm, gamsızlık övgüsü değil. Aksine Kundera, kayıtsızlığı çivisi çıkmış dünyaya karşı bir tür direniş biçimi olarak ele alıyor. Kendisini dev aynasında görenlere, büyük tarih anlatılarının aktörlerine, sahip olduğu iktidarın gelip geçiciliğinden habersiz siyasetçilere yani özetle kendisini çok ciddiye alanlara karşı kayıtsızlığı öne sürüyor. Yazar, gülmenin unutulduğu bir yüzyılda hayatın kötü bir şakadan ibaret olduğunu ve böyle bir ortamda kendini aşırı ciddiye almanın manasızlığını vurguluyor kitap boyunca. “Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, bana göre, tarih’te yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu.”
Masum bir şakanın bile insan hayatını derinden etkileyebildiği, bir takım tesadüflerin, karşılaşmaların insanın bütün hayatını alt üst edebildiği bir ortamda, hayata devam edebilmek için gökyüzünde süzülen bir tüy gibi hafiflemek ve kendini ciddiye almamak gerek olduğunu söylüyor özetle Kundera. Tıpkı romanda Ramon’un ağzından dökülen direniş reçetesi gibi: “Bu dünyayı ne tersine döndürmenin ne onu yeniden düzenlemenin ne de bilinmeyene doğru hızla ilerleyen bu uğursuz koşuyu engellemenin mümkün olduğunu anlayalı uzun zaman oldu. Mümkün olan tek bir direniş vardı: dünyayı ciddiye almamak.”
Milan Kundera, Kayıtsızlık Şenliği’nde bize dünyanın sırrını sunmuyor, bilmişlik taslamıyor aksine görmüş geçirmiş bir ses tonuyla dünyanın hal ve gidişini özetliyor. Bu kaosun içinde akıl sağlımızı korumamız için kendimizi ne kadar az ciddiye alırsak o kadar iyi olacağını fısıldıyor.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (26 Mayıs 2017)
[1] Nazan Maksudyan’ın yazısı için: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/tek-kurtulus-biraz-saka-biraz-kayitsizlik-420269