Romanlar yeniden okunmak için yazılır. Bu görüşü destekleyecek pek çok yazar sayılabilir. Örneğin Nabokov, kitaplara bir resme yaklaşır gibi yaklaşmayı öneriyor: “Ancak ikinci, üçüncü ya da dördüncü okumada, bir anlamda, kitabı bir resim gibi görmeye başlarız.” Kundera için romanlar, tıpkı müzik yapıtları gibi defalarca ziyaret edilmek üzere yazılmıştır.
Gündelik yaşamın koşturmacası içinde yeniden okumak nasıl mümkün olacak? Öyle ya, insan bazen tek bir kitabı bile bitirecek zamanı bulamıyor. Akşam yarım saat okumadan sonra göz kapakları inmeye başlıyor. Dürüst olalım: Okumak bir keyif olmayacaksa anlamı nedir? Zaman zaman birileri çıkıp bize okumanın “gerekli”liğinden söz eder; ancak böyle bir şey ancak keyif olabilmişse gereklidir, ancak keyif olabilmişse gerçek anlamda yapılabilir. Ödev olarak okumak mümkün değil midir? Belki, ama böylesi de kocalık görevini yerine getirmek için sevişmek gibidir.
Aslında, yeniden okumak, ilk kez okumaktan çok daha kolaydır. Çok daha zihin açıcı ve keyiflidir.
Yeniden okumanın tadına varmak için birkaç öneri: Kötü kitapları ilk beş – on sayfada teşhis edebilirsiniz. Kim önermiş olursa olsun, kaç para vermiş olursanız olun, yavan bir kitabı bitirmek zorunda değilsiniz. Kurtulun, zihninizi boşa yormayın. Bunun yerine iyi bir kitabı yeniden okuyun.
Kitapları, özellikle romanları, skor elde etmek amaçlı okumayın. Kaç kitap okuduğunuz pek önemli değildir.
Az sayıda kitabı iyi okumaya odaklanın. Bir kez okuduğunuz bir kitaba dönmesi sandığınız kadar zor değildir.
İkinci okumalar tahmin ettiğinizden daha yavaş olabilir; çünkü daha çok yoğunlaştığınızı göreceksiniz. İyi bir kitabın ikinci okuması çoğunlukla başka merakları ve başka yeni okumaları tetikleyecektir.
Okuduğunuz bir romanı yeniden elinize aldığınızda, istediğiniz bölümden başlayıp istediğiniz yere kadar devam etme özgürlüğünüz var. Romanları müzik albümlerine benzetebilirsiniz. Dilediğiniz parçayı dinleyin. Hani müzik albümlerinde de insan zamanla, ilk dinleyişte dikkatini çekmeyen şarkıları sevmeye başlar ya… Roman zaten sizi o yeniliklere çeker.
Kişisel bir tavsiye: Kimi okurlar (hatta sinema izleyicileri) olay akışına ve olay akışının nasıl sürpriz bir sonuçla çözüleceğine gereğinden fazla anlam yüklüyor. Olay akışına dayanan hikayelerin (polisiye romanlar gibi) tek okumada tüketildiği – hepsi için geçerli olmasa da – doğru kabul edilebilir. Ancak bir edebiyat yapıtının bütün anlamı son sayfalarında önerilen bir çözümle mahdut değildir. Bir insanı, ölüm yatağındaki son sözüyle tanıyabilir misiniz?
Aşağıda yeniden okuduğum, yeniden okuma zevki duyduğum bazı romanlardan bir liste çıkardım. Seçimlerimi her okur uygun bulmayabilir; ya da Don Quijote ya da Tristram Shandy gibi bazı anahtar yapıtları neden koymadığımı sorgulayabilir. Açıkçası bu tür kanonik yapıtlara da sık sık uğrama gereği duyuyorum; ancak benim için yolculuğun en keyifli ya da en anlamlı geçtiği yerler her zaman bunlar olmayabiliyor. Liste kişisel olduğu için tercihlerimi biraz gerekçelendirmeye de çalıştım. Sıralama öylesinedir; yani birinci ya da dokuzuncu gibi bir değer önceliğim yok:
-Dava, Franz Kafka
Dava, Kafka’nın en yoğun metnidir. Dava ile birlikte Kafka’nın bazı öykülerini de – örneğin Yargı – ara sıra yeniden okuyorum. Dava’nın en çok uğradığım sayfaları, “Katedral’de” başlıklı 9. Bölüm. Burada K., “rahip” ya da “kutsal kişi” gibi adlandırabileceğimiz biriyle diyaloğa giriyor. İnançlı bir insan olmasanız bile Dava’nın bir çeşit dua olduğunu sezebiliyorsunuz. Tanrı yok, tamam, pekiyi ama maddi bir dünyanın varlığı da eşit derecede bir anlam arayışı değil mi?
-Cinler, Dostoyevski
Dostoyevski’nin pek çok kitabı listeme girebilirdi. Suç ve Ceza’nın yalın ve tek bir doğrultusu var. Karamazov Kardeşler’de nutuk çeken birileri eksik olmuyor. Delikanlı, Budala ya da Yeraltından Notlar- özellikle sonuncusuna defalarca dönmek mümkün. Benim elimse hep Cinler’e gidiyor. Romanda ondokuzuncu yüzyıl Rus nihilizmini merkeze alan canlı bir dünya var; başkalıkların, ahlaki önyargılar askıya alınarak ortaya sürüldüğü bir çarpışma alanı. Dostoyevski’nin karakterleri, Romalılar tarafından arenada aslanlara yem edilen ilk hıristiyan azizleri gibidir; ancak orada aslanlar ve rahiplerden başka, prensler, ihtiraslı gençler, ideolojiler, düşmüş kadınlar, iktidarsız babalar… Her şey vardır.
-Tutunamayanlar, Oğuz Atay
Elime her aldığımda biraz daha azalmasına karşın Tutunamayanlar tükenmiyor. Kavanozun dibinde her zaman sıyıracak bir şeyler var. Atay’ın metni – Atay okurunun bağlılığını karşıma almak adına söyleyeceğim – esnemiyor; başka metinlerin paralelinde okumaya çalıştığınızda çoğunlukla kaskatı kalıyor. Bu bir kusur değil elbette; ancak böyle katı metinleri sindirebilmek için insanın her zaman yakalayamayacağı bir heyecan halini yaşaması gerek. Niçin yeniden okuyorum? Atay beyni dışarıda bir arkadaş gibi; küçük bir elektroşok etkisi yaratıyor, yeniden toplayabilmem için düşüncelerimi dağıtıyor.
-Savaş ve Barış, Tolstoy
Tarih konusunda hemen hemen aynı görüşü sıklıkla yinelemesine karşın Tolstoy’un bu büyük romanından vazgeçmeyin. Piyer Bezuhov’un trende yaşlı bir yabancıyla konuşması ya da Prens Andrey’in ölmeden önce Nataşa ile geçirdiği son saatler… Tolstoy, kronolojik gibi görünmesine karşın aslında doğrudan belleğimiz için yazar. Tarih kendi içinde bölünmez parçalara ayrılabilir; ancak parçalar birbirine eşit değildir.
-Duygusal Eğitim, Flaubert
Duygusal Eğitim, Türkçe’ye farklı başlıklarla çevrilmiş: Cemal Süreya, “Gönül Eğitimi” ya da “Gönül ki Yetişmekte” demiş. Şairin çevirisi oldukça iyi olmakla birlikte, seçtiği başlık bana göre romanı fazlaca sevecenleştiriyor. Roman, Frederic’in ilk gençliğinden orta yaşlarının sonuna kadar, hani şöyle yüzeysel bir biçimde bakınca, boşa harcadığı ömrünü anlatır. Ondokuzuncu yüzyılın Paris’i bu ömürle birlikte muhayyilenizde akıp gider. Flaubert, konu ettiği kişiler ya da olaylara karşı oldukça iyi hesaplanmış bir uzaklıkta gibi görünür; öte yandan Duygusal Eğitim, dokunaklı ve içe işleyen bir romandır.
-Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar
Neden Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstitüsü değil? Çünkü Mahur Beste, Behçet Bey’i anlatır, ki Huzur’un Mümtaz’ından ya da SAE’deki Halit Ayarcı’dan çok daha tekinsiz bir karakterdir. Behçet Bey’i yazarı dışında neredeyse kimse sevmemiştir; bu bakımdan belki Anayurt Oteli’nin Zebercet’ine benzeyen bir yanı olduğu söylenebilir- ancak Behçet Bey, Zebercet gibi terkedilmiş değildir. İnsanların terkedilmediği bir çağın son temsilcilerindendir; çünkü her zaman sığınacak bir gedik bulunabilen bir geçmişte yaşamaktadır. Tanpınar’ın tahayyül ettiği, “biz” diye sözünü ettiği geçmişte.
-Ulysses, James Joyce
Bu romanı hiç okumamışsanız bile ikinci kez okuyabilirsiniz. Bir yerlerinden başlayın. Gözünüzü korkutan her şeyi unutarak okuyun. Göndermeler, açıklamalar, romanın teknik yapısını oluşturan zenginlikler… Hiçbirine takılmadan, söylenen her şeyi kulak arkası ederek. Çok basit olduğunu göreceksiniz: Dublin’de geçen bir günü anlatıyor Ulysses, 16 Haziran 1904. Deniz Feneri’nde kalan Stephan Dedalus adında bir delikanlıyla başlıyor. Bir de Bloom var, sabah kahvaltısında böbrek yiyor. Sahilde kızları dikizliyor. Dublin’de işlerine güçlerine bakarken bu ikisi bir yerde karşılaşıp Bloom’un evine gidiyorlar. Sonra işte, Stephan ayrılıyor, Bloom’un karısı uyuyor ve sabah oluyor, roman bitiyor. Armağan Ekici tarafından yapılan çeviriyi tavsiye ederim.
-Ölümsüzlük, Milan Kundera
Roman, yaşlı bir kadının basit bir hareketiyle açılır: Yüzme öğretmenine gülümseyip el sallamıştır. Kundera, insan ilişkilerindeki bu ince ayrıntılardan Goethe’nin dünyasına kadar sızan uzun bir damar açar. Eğer yazarları, üslupları açısından başka mesleklerle karşılaştıracak olsak, herhalde Kundera’ya, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ndeki karakterinde olduğu gibi cerrahlık yakışırdı. Ancak, hastalığı ya da devayı tatlı tatlı, herkesin anlayabileceği bir dille anlatmayı bilir Kundera. Hatta hastalığı sevdirmeyi bile becerir.
-W. ya da Bir Çocukluk Hatırası, Perec
Edebiyat tarihinin en karamsar distopyası bu kitaptadır. Umutsuzluğu anlatır W., ama nasıl bir umutsuzluğu? Bir ruh hali ya da kadersizlik olarak doğan değil, sistemli olarak, istenerek, hedeflenerek, tasarlanarak üretilmiş umutsuzluğu. Yeniden okuması – en azından benim için – sağlam bir kafa istiyor; ama yine de, bu kitaba elim tekrar gidiyor. Başlayınca bitirmeden durulmuyor.
Elbette bu listeye pek çok yapıt eklenebilir. Daha önemlisi, bir yapıtı yeniden okumanın gerekçeleri her okumada değişiklik gösterebilir. Yeniden okumak, insanın kendisiyle baş başa kalmasının en huzurlu yollarından biridir. Romanı bilirsiniz, yeni şeyler keşfetseniz bile, dostluğunuz katmerlenmiştir, aşinalığınız artmıştır. Bundan daha güzeli ise: Roman da artık sizi tanımıştır.
Selçuk Orhan