“Okul kantinindeki müzik kutusunda yine Kayahan çalıyor. Belki de yirminci kez.”
Kayahan’ın çokça dinlendiği yıllar, muhtemel 90’lar, diye başladım Yalçın Hafçı’nın Yağmurdan Sonra’sını okumaya. Daha ilk cümlede hikâyeye ortak oldum. Romanın başarısı sadece bu değil elbette: Saflık derecesinde yaşamla işbirliği yapmasına, gerçeklere yer vermesine, yakın geçmişe tanıklık etmesine rağmen kurgusunun güçlü olması…
Hafçı’nın bir başka başarısıysa başkaraktere sürekli değişen duygularla yaklaşmamızı sağlaması. Fesatlık derecesinde aşırı gerçekçi karakter, yaşamla ilişkimizi sürekli kurcalarken, önemsiz saydığı pek çok şeyin değerini gösteriyor. Yazarın bilinçli tercihi mi bilmiyorum ama anlatı her cümlesinde tersini çağırıyor. Anlatıcı karakter de dâhil olmak üzere kişilere, olaylara belli bir mesafeden bakıyoruz. O mesafenin ucunda vicdanımızla buluşuyoruz. Yağmurdan Sonra içinde fırtınalar kopan vicdanın tarihi.
Başlarda, zaman, sanat, düşünce, inanç, gerçek üzerine süren felsefi tartışma bizi asıl hikâyeye hazırlıyor. Anlatmaktan imtina eden anlatıcının düşüncelerine dalıyor ve onun gözünden bakmaya başlıyoruz. Üstelik karakterimiz oldukça tanıdık. Kimi yerde Aylak Adam, kimi yerde Yabancı. Ama aslında ikisi de değil. İkisinden de rol çalan bir başka kişi. Adı bir kez kendisine yazılan mektupta geçiyor: Tahir. Bu yüzden yazı boyunca ondan adıyla, Tahir, diye bahsedeceğim.
1990’lı yılların Türkiye’sini yaşıyor Tahir. Olanları ya rüyalarıyla ya da geçmişe dönerek, parça parça aktarıyor. Merak ettiğimiz çok şeyi gerçeklikten bildiğimiz halde şaşırarak okuyoruz. Hafçı, anlatısını kurarken okurun kanıksamasına izin vermiyor. Roman işte bu yönüyle de ters yüz ediyor, gücünü buradan alıyor.
Sartre, özgürlüğün doğuştan sırtımıza yüklenmiş bir sorumluluk olduğunu söyler. Varoluşun bunaltısını buna bağlar. Yalçın Hafçı romanında bu tezi gizlice olumluyor sanki. Tutsak edilmişliği hissetsek de tutsak olduğunu düşünmüyoruz kişilerin. Romanda Yusuf Atılgan’a ve Camus’ye atıflar yapılıyor. Az önce de söylediğim gibi Tahir başta Zebercet’i, C.’yi, Meursault’u andırıyorsa da, arayışın kendisi olma halinden romanın sonlarına doğru ayrılıyor. Çünkü Hafçı nedenselliğe önem veriyor. Romanın kayıtsız, serseri, acımasız, iğneleyici başkarakteri, sürekli kalbi sıkışan, çünkü vicdanında fırtınalar kopan, “niye?” diye sormaya başlayan birine dönüşüyor. Tahir, bir bakıma kopup geldiği yabancılaşmış karakterlerin yeniden yazımı. Yorgun bir yazar anlatıcı o. Üstelik her şeyi tek başına yapmak zorunda.
“Romandaki herkesi konuşturmak zorundayım. Yağmuru ben yağdırmalıyım. Sonra sırtıma inen copu bile polise ben vurdurtmalıyım. Yaşarken sürekli düşünmeliyim ve aklımın bir yanını hep romanıma emanet etmeliyim.”
Niye böyle yaptığını bilmiyor ama. O sadece özgür olmanın yükünü taşıyor. Ele avuca sığmazlığının bile nedenini anlıyoruz. İnkâr ettiği her şeye gizlice sarıldığını da. Cesur ve umursamaz halinin yaralı olmasından kaynaklandığını… Olayların geçtiği siyasi atmosfer de bu ayrıma katkı sunuyor. Yaşama tutunma ve tutunamama hallerini birlikte izliyoruz. Beklemenin, sakınmanın, cesaretin altına gizlenmiş korkuların, kahraman olmak için büyük idealler peşinde koşarken gündelik hayattaki beceriksizliğin de. Cehaletin, ikili ilişkilerdeki savaşın, tüm bunların toplumsal sorunlara ve siyasete bağlanışının çıplak ve yalın hali Yağmurdan Sonra. Romandaki tek cesur kişi Ebru bu yüzden. Aşkın aşmakla ilgisini çözen tek kişi. Bu yönüyle roman Tahir’in kadın ve erkekler üzerine söylediği, yer yer cinsiyetçi duran cümlelerini de altüst ediyor. Her ne kadar Tahir’in gözünden okusak da olanları, başkarakter o gibi dursa da, asıl kahramanın Ebru olduğunu, Ebru’nun hep orada durduğunu, Atılgan’ın C.’si gibi Tahir’in onu araması gerekmediğini biliyoruz. Çünkü Tahir’i arayışla değil kaçışla anlatıyor Hafçı. Zaten kimse kaybolmuyor, kaybediliyor romanın geçtiği dönemde. Bu nedenle Tahir, varoluşsal yazgının farkında, yargılayan derecesinde eleştirel, her şeyin anlamını soymuş ama yine de isyankâr, değişeceğine inanmasa da dokunmaktan vazgeçmeyen, körü körüne bağlanmaktan hatta bağlanma halinden uzak, ailesinden koptuğu için birey, geçmişinden kopamadığı için arızalı sayılabilecek biri.
Yağmurdan Sonra hem yaşama hem de sola ciddi bir eleştiri. Hayat gibi devrimciliğin de kirlendiğini, tam da bu yüzden ideoloji adıyla egonun dolaştığı yeryüzünü anlatıyor. Kuşkulu bir anlatım. Hiç kimseyi tamamlanmış, olmuş hissetmiyoruz. Eylemin söylemle buluşma çabasını seziyoruz. Bireyin vicdanıyla baş başa kaldığı yerde, vicdanın ne kadarının akıl ne kadarının yürek olduğunu sorguluyoruz. Toplumun dayattığı değerlerden arınmış saf bir vicdan mümkün mü, diye soruyoruz. Hayat bizi kirletiyor yaşarken, peki yazmak temizliyor mu? Yalçın Hafçı’nın, “Hayır, yazmak da kirletiyor ama yine de yazmak kurtarıyor,” dediğini duyar gibiyim. Bu açıdan bakınca hayata yazdırılmış bir roman duruyor karşımızda. Acizliğimizi anlıyoruz. Ama acizlik yenilgi anlamına gelmiyor. Daha çok yüzleşmeye benziyor. İnsan varoluşunda yenilgi diye bir şeyin olmadığını kabul etmiş gibi duruyor yazar. Kayahan’la başlatıp “Hayata Dönüş Operasyonu”yla bitirdiği dışsal zamanı dışlamadan, içsel zamanı önemsiyor. Yaşam algıladığımız biçimde, kime dönüştürülmek istediğimizle değil, kim olduğumuzla ilişkili akıp gidiyor.
“Kimse kendi içini göstermiyor ama hep bir başkasının içini görmeye çalışıyor.”
Samimiyet metnin kurgusundaki gücü azaltmıyor üstelik. Yine de gerçekle hakikati birbirinden ayıran olay örgüsü sonunda mecburi nedenlerle günlüğe dönüşüyor. Tahir, yayımlatmaya çalıştığı bir öykü dosyası olan, roman yazmaya başlamış bir üniversite öğrencisi. Tamamlamaya çalıştığı romanın elimizdeki roman olup olmadığını düşündüm bazen. Çünkü gerçek ve kurgu öylesine iç içe geçiyor ki, Yağmurdan Sonra şimdi değilse de ilerleyen yıllarda dönem romanı olarak yerini bulacağa benziyor. Felaketin yazdıklarımızı kurgudan yani edebiyattan alıp nasıl belgesele, günlüğe ve anlatıya çevirdiğinin de biçimsel hali gibi duruyor.
“Çünkü kusursuz olan tek öykü hayatın kendisi…”
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (7 Haziran 2017)