Son Dönem Türkçe Edebiyat için çok katmanlı metinlerin de arttığı bir dönem diyebiliriz sanırım. Çok katmanlıdan kastım edebiyatın farklı alanlara kapılarının açılması, farklı disiplinleri iç içe geçirebilmesi. Felsefeyi, sinemayı, tarihi, etnolojiyi, arkeolojiyi harmanlayabilen bir anlatı sunabilmesi. Bu metinlerden birisi de Oylum Yılmaz’ın “Gerçek Hayat” adlı kitabı.
Oylum Yılmaz’ın metni de benzer özellikler taşıyor, yazar anlatısını kurak bir mera gibi sunmuyor okura, okudukça yeşertiyor. Her okuduğunuzda ayrı bir detaya takılıyorsunuz. Genel olarak edebiyatta eril tahakküm gibi bir temadan söz edilebilse de aslında Yılmaz’ın metni epey başka alt kurguyu barındırıyor. Kurgu içinde kurgu, hikâye içinde ayrı bir hikâyeyle karşılaşıyorsunuz. Bu anlamda metin kendi içerisinde çoğalan bir anlatı barındırıyor. Sanırım bu nedenle de çok kereler okuyup, çok kereler üzerine konuşabileceğimiz, yazabileceğimiz bir kitap: “Gerçek Hayat”.
“İnsan aklının var olmadığı sonsuz zamanlar vardı ve insan aklı denilen şey yok olduğunda da hiçbir şey olmuş olmayacak. Zira bu aklın, insan hayatının sürdürülmesinin ötesinde fazladan hiçbir görevi yoktur. Aksine çok insani bir şeydir akıl ve sadece aklın sahibi ve kaynağı onu, dünya sözüm ona onun ekseninde dönüyormuşçasına ciddiye alır” diyor Nietzsche. Bu alıntıyı yapma sebebim Yılmaz’ın “Gerçek Hayat” kitabında akla yüklenen tüm anlamları aşındırması. Yazarın anlatısı insanı, felsefi aklın dışına çıkarıyor. Bilimin bir nesneler kategorisine hapsettiği insanın aslında basit bir beden olmadığını, onun varlığının öylesine bir bilim maddesi gibi incelenip açıklanmayacağını, karakterlerinin daha çok içsel ve ruhani yanını öne çıkararak anlatmış yazar. Bu anlamda efsunlu bir kitap “Gerçek Hayat”. İçerisinde hayaletler, ruhlar, fallar, büyüler, pozitivizmin nesnel gerçeklik dediğine uymayan ama insani olana yabancı olmayan yanlar barındırıyor.
Böylece Yılmaz, bilimin kesin gerçeklik iddiasını kırmış oluyor, insanın aklının sınırlarında değil, dışında asıl gerçeğini yakalayabildiğinin altını çiziyor. Düşlerle kurgulanan, insanı bilimsel veri olmanın ötesine geçiren bir metin ortaya çıkarıyor bu sebeple. Nietzsche’nin bahsettiği sıradan akla yüklenen anlamlar parçalanıyor ve akılcı felsefeye getirilen eleştiri sırıtmadan, ince ince diyaloglarla yediriliyor metne. Benim için bu metni farklılaştıran ve bir okur olarak beni kıyılarında dolaştırmaya devam eden taraf da bu oldu sanıyorum.
İnsan tekil bir varlık değil her ne kadar bilimsel çabalar onu bir kâğıt üzerine verisi alınıp, sayılarla kategorize edilecek bir nesne olarak sınıflandırmaya çalışsa da insan çoğul bir varlık, duygular, tekinsiz yanlar, inançlar bulunduruyor bünyesinde. Oylum Yılmaz’ın kitabının bir yanı da bu, o her şeyi çoğullaştırıyor; cinsiyeti, kimliği, hayatı, yalnızlığı, yani insana ait olanı tekillikten kurtarıyor bir bakıma. Köşeli, sivri, kesinlikli yanları olan tabaklara benzeyen insanların bile gizemli yanları olabileceğini hatırlatıyor. Kendini yalnız hissedene, aynı yalnızlığı hisseden başkalarının da olabileceğini anımsatıyor.
Oylum Yılmaz’ın “Gerçek Hayat” kitabına taşıdığı bir diğer katman da eril bir dünyada varlık çabası veren kadın yazarlar. Fatma Aliye, Suat Derviş, Cahit Uçuk gibi. Hayatın kıyısında bırakılmış, yaşadıkları dönemde kendileri olarak var kalma çabası veren, direnen, lise edebiyat kitaplarında birer cümlelik yer eden yazarlar. Yani; ilk romancı, önemli gazeteci vasıflarının dışında pek sözü edilmeyenler. Yılmaz, anlatısına bu yazarların hayaletlerini taşıyarak, yaşadıkları dönemde de birer hayalet olarak varolma mücadelesi verdiklerini, görünmez kılınmaya çalışıldıklarını fark etmemizi sağlamış belki de.
Kadın yazarların hikâyeleri her ne kadar günümüzde çok okunuyorlar gibi görünse bile dünyada da pek farklı değildi diye düşündürdü bana Yılmaz’ın metni. Mesela Emily Brontë ve kardeşi Charlotte Brontë yazdıkları eserleri erkek mahlasıyla ancak yayımlatabilmişlerdi. Charlotte Brontë, birkaç şiirini dönemin ünlü şairlerinden Robert Southey’e gönderdiğinde aldığı cevap: “Edebiyat bir kadının işi olamaz ve olmamalı da. Kadın ondan beklenen görevlere kendisini ne kadar adarsa, yetenek veya eğlence adına da olsa, bu işi icra etmeye o kadar zamanı olur” olmuştu. Djuna Barnes bulunduğu edebiyat ortamından bunalıp, herkesle ilişkisini kesip yalnız bir yaşama mahkûm etmişti benliğini. Sylvia Plath; “Canlı bir bez bebek, teyit edebilirsiniz. Dikiş diker, yemek yapar.” Diyerek tanımlamıştı kendisini ve dünyadan gitmeyi tercih etmişti. Daha onlarca örnek verilebilir, erkeklerin dünyasında kadın olarak kendini var etmek edebiyat çevrelerinde de epey zor olmuştur kısacası, sadece geçmişte de değil, bugün bile sürüp giden bir mücadele bu. Oylum Yılmaz hikâyesinin içine yerleştirmiş bu konuyu, kadın yazarların hayaletlerini salmış ortalığa, öykü içerisinden öykü çıkararak başta da bahsetmeye çalıştığım gibi yaşamın, insan olmanın, kadın olmanın, âşık olmanın, yalnız olmanın öyküsünü tek bir anlatıyla, içeriden hissettiren bir dil ile çıkarmış okurun karşısına.
Kitabın aklıma getirdiği bir soru da gerçek bir hayat var mıdır? Sorusu veya hayat ne kadar gerçek? Benim kişisel fikrim hiçbir şeyin kesinlikli ve tek bir gerçeği olamayacağı yönünde. Bu nedenle hayat da düz bir yolda ilerlemiyor, insan da. Yanılsamalarımız, duygularımız, durmadan değişen fikirlerimiz var. Bundan dolayı kitabın karakteri Leyla gibi bizde dünyanın gerçekliğini aramaktansa, büyülü yanına inanmaya çalışmalıyız belki de. İnsan türü “uygarlık” yapıcı misyonu edindiğinden beri dünyanın ve insanın her ayrıntısını bilmeye çalışıyor, ama hep gizemli bir yan kalıyor, oysa gizemler ve bilememek değil mi biraz da yaşamı çekilir kılan en azından kitaptan çıkardığım bu soruya benim cevabım bu yönde. “Gerçek Hayat” başta da bahsetmeye çalıştığım gibi çok sorulu, çok öykülü, her anlamda çoğul bir metin, tekilliklerden sıkılanlar için zevkli bir okuma serüveni.
Alıntılar İçin Bknz:
Derleyen, Aktaş, A., O., (2017), “Nietzche ve Dil ‘Erken Dönem İki Makale ve Yorumları’”, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Salvayre, L., (2016), “Yedi Kadın”, (Çev. Atakan Karakış), İstanbul: Alakarga.
Emek Erez – edebiyathaber.net (8 Haziran 2017)