Söyleşi: Can Öktemer
Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları tarafından yayınlanan ve büyük ilgiyle karşılanan Çelişki, Barış İnce‘nin ilk romanı. Çelişki, 1990 yılların sonunda kavurucu Akdeniz sıcağında, Türkiye’nin hızla değişen politik ikliminin tam ortasında hayatı ve kendini anlamaya çalışan bir gencin öyküsü. Karakterimiz memleket hallerine, adaletsizliğe, haksızlığa karşı çok öfkeli ayrıca kendisiyle de sürekli çelişki ve didişme içinde. Barış İnce’yle son romanı Çelişki’yi, kuşağını ve “öfkeli olmayı yeğleyen” insanları konuştuk.
Klasik bir soruyla başlayalım dilersiniz. Kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Uzun yıllardır BirGün’de belli tartışmalara dair yazılar yazıyordum, Bavul dergi ile birlikte günlük yaşama dair de bu tartışmaları çoğalttım. Bu kitapta da kafamdaki bu tartışmaları, yapabildiklerimizi, yapamadıklarımızı, gözlemlediklerimi bir romanda aktarmak istedim. Basitçe bu yazıları derleyip koymak istemedim özünü alıp baştan yeniden yazdım. Bu da uzun bir süre aldı, biraz da yordu, epey titizlendik çünkü.
Çelişki’de hikayeyi bir anlatıcının gözünden takip ediyoruz. Anlatıcı hikayesiniyer yer dağınık bir şekilde ve iç ses olarak aktarıyor. Kitabın kurgusunu tasarlarken nasıl bir yol haritası çizdiniz?
Anlatıcı bugünden bakarak geçmişte yaşadığı bir hikayeyi anlatıyor, aslında anıyor. Bu anma esnasında da o günden bugüne olan değişimleri, o günkü bakıştaki doğruları ya da yanlışları tartışıyor. Bazen hatırlayamıyor, karıştırıyor bunu kendi de söylüyor. 2 günde gidilecek yolu 3 dakikada gittiğini sanıyor. Tarihler karışıyor. Gerçek hayatta da bir karmaşa hali vardır ve insanlar anekdot anlatırken bile hayalindeki ile gerçeği karıştırır. O zaman düş, gerçeğin içine girerek tarihe geçer. Karakterimizin o yıllarda “zıddı” olduğunu düşündüğü hayali bir arkadaşı var ve onunla sürekli bir didişme halinde ama kopamıyor da. Aynı anlatıcının bu “psikolojik sorunları” sonraki yıllarda da ara ara ortaya çıkıyor, kitabın sonunda bunu anlatıyor. Yani bugünkü anlatıcı da çok “makul” birisi değil. O yüzden anlatırken kimi zaman dağılıyor, geçmişiyle de şimdiyle de kavga ediyor. İç sesin dağınıklığını bu yüzden bilinçli tercih ettim.
Çelişki’de yazlık yerleri, yazlıkçı hallerini aktarıyorsunuz. Mekan tercihi olarak buraları seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Nedenlerinden bir tanesi yakından bildiğim bir bölge olması, bir diğeri ise iç monologlar nedeniyle okunması zor bir romanı biraz daha keyifli hale getirme isteği. Okurken zorlandığınız bir anda yörenin sıcaklığı, naifliği, gençlerin yaz aşkı acemilikleri, okuru keyiflendiriyor, rahatlatıyor. Bunu yapmak istedim.
Ken Loach, geçtiğimiz günlerde vermiş olduğu bir röportajda “dünyanın bu haline öfkelenmiyorsak, kendimizi sorgulamalıyız” demişti. Kitapta da, hikayelerini dinlediğimiz gençler, memleketin haline, dünyanın haline, eşitsizliğe, hukuksuzluğa öfkeliler. Siz bu durum için ne demek istersiniz?
“Öfkeli olmayı yeğleyen” insanlarız. Bir şeylere öfkelenmeden onları değiştirme gücünü kendinizde bulamazsınız. Özellikle gençken daha öfkeli oluruz. Bu konuyu da kitapta çeşitli bölümlerde ele almaya çalıştım. Yetişkinlerin daha kısık sesle konuşması, doğru bildiğini söylemeyip susması, yaşanmışlıkların, gerekliliklerin bizi tutsak edişi… İşimizden olmamak için, marjinalliğe düşmemek için, dışlanmamak için susmayı öğreniriz. Çocuklar bunu bilmiyor her şeyi soruyor ve söylüyor. Ben haksızlığa öfkeyi de, sevgiyi de, neşeyi de kaybetmememiz gerektiğini düşünenlerdenim. Değiştirici ve dönüştürücü olan bu duygulardır.
Çelişki’deki karakterler, politikler, öfkeliler ama Emrah Serbes‘in şu sözünü hatırlatırcasına da naifler. “Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok”dedim. “Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar”. Siz karakterleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu naiflik okuyucunun karakterle özdeşleşmesini sağlıyor. O yüzden bu hızla yayıldı ve ikinci baskıya girdi bence. “Sen neymişsin be abi” dedirten karakterler artık karşılık bulmuyor. En çok gülünen şeyler kendimizle dalga geçtiğimiz, yapamadıklarımızı itiraf ettiğimiz şeyler. Sol içindeki jargonları anlamıyor örneğin karakterimiz; buna üzülüyor alınıyor, kendisiyle alay edildiğini düşünüyor ama anlatılanların güzel şeyler olduğunu da hissediyor. Kız arkadaşı olsun istiyor ama sürekli kendinden farklı görünmeye çalıştığı için hep kaybediyor. O yüzden hayali arkadaşı, “zıddı” olduğunu sandığı Savaş’ın kız arkadaşlarını ayarttığını sanıyor. Tabi bunların ne kadarı okuyucuya geçmiştir bilemiyorum. Örneğin bir sitede bir eleştiri yazısı gördüm, heyecanla açtım ve okuyunca “nasıl böyle anlaşılır” diye şaşırdım. Liberalizm eleştirilerini, deliliğe övgü ile dalga geçtiğim bölümleri, vicdan solculuğunu eleştirdiğim bölümleri övgü zannedildiğini hayretle okudum. Oysa o bölümler benzer şekilde 3 yıl önce BirGün’deki bir makalemde çıkmıştı, gerekli kişiler kızmıştı, herkes de doğru anlamıştı. Ya da ben öyle sanmışım. “Sıradan ve sahici insanlar” bölümünü de Melih Pekdemir’in aynı adlı kitabına atıfla ve saygı duruşu ile yazdım onu da Ece Temelkuran’dan esinlenme sanmış yazan kişi. Kendisine mesaj atıp teşekkür ettim. Karşıdakinin anlayamayabileceğini düşünmem gerekirdi demek. Ona göre yazmam, tekrar tekrar açıklamam gerekirdi. Ya da anlaşılmamayı göze alıp istediğim metni korumayı seçmeliydim. Bu da bir çelişki… O eleştiriden bu anlamda gerçekten yararlandım ve üzerine düşündüm.
Çelişki’de hikayesini dinlediğimiz karakterler 1980 sonrası ve 1990 başı doğumlu olsa gerekler. Özellikle 90 doğumlu kuşak için bir klişe olarak apolitiklik damgası vurulur genelde. Siz 90 kuşağını nasıl tanımlarsınız?
80 doğumlu kuşak, bizim de arasında bulunduğumuz bir kuşak. Ben 82 doğumluyum. Özalizmin pompalandığı, insanların siyasetten uzaklaştırılıp aslında siyasetin dibi olan liberalizm rüzgarının estirilmek istendiği 90’lı yılların ortasında genç olmuş bir kuşak. Aynı zamanda Kürt sorununun derinleştiği zor bir dönem. Bir taraftan da 80 öncesi devrimci mücadelenin izleri silinememiş. 89 bahar eylemleri, 96 öğrenci hareketleri, 91’de içeriden çıkan devrimcilerin bir araya gelme çabaları, 1999 seçimleri öncesi esen rüzgar… Tüm bunlar sol tartışmaları da öne çıkardı ve gençleri bir ölçüde etkiledi. Bu kuşağı elbette ki homojen olarak niteleyemeyiz. Ama o dönemki eğitim sayesinde, genel anlamda o yaş kuşağı şu anda iş-güç sahibi, belli ideolojik arazları olsa da ilerici, demokratik yönleri olan, referandumda “hayır” çizgisini tutmuş, beyaz yakalı insanlar haline geldi.
Zizek, bir söyleşisinde 90’lı yıllar boyunca insanların büyük çoğunluğunun iyimserliğini ve ütopyalarını kaybederek mevcut durumu sessizce kabul ettiklerinden söz etmişti. Çelişki’de de karakterler bir nevi kendi ütopyalarını aramaya ya da yaratmaya çalışıyorlar. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Sizce kendi ütopyamızı, kendi hikayemizi ne zaman yazacağız?
Şu an kısır döngü içerisindeyiz, bunu kendi döngümüzü yaratarak aşabiliriz. Düzenin istediği oyunun içinde onun biçtiği rolleri oynayarak yeni bir dünya kuramayız. Kendi hikayemizi yazmak için önce oyunu bozmak zorundayız. Bugün adalet için sokağa çıkan insanlar oyunu bozuyor. Çünkü iktidarın kurduğu denklemin dışına çıkıyor ve kendi denklemini kuruyor. Kazanamayabilir ama kazanma umudu sadece buradan çıkabilir. Devrimci geleneğimizin bize öğrettiği şekliyle, “Devrim eski bir efsane, sosyalizm imkânsız bir ütopya değil”.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (21 Haziran 2017)