Öykünün şiirin önüne geçtiği bir dönemi yaşıyor edebiyat dünyası bir süredir. Her geçen gün yeni bir öykücü eklenmeyegörsün zincire. Bir dönemin şair çokluğunu anımsatıyor bu görüntü. Ama görüntünün böyle olması yanıltmasın. Her yazılana öykü her yazana da öykücü demek doğru olmaz. Geleceğe kimler kalacak bunu görmek gerekir.
Öykünün ve öykücünün çok olduğu böyle bir ortamda yazdıklarıyla dikkatimi çeken, öne çıkan bir isim var. Ayşegül Kocabıçak. 2015 yılının Nisan ayında yayımlanan “Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları” ilk öykü kitabıydı yazarın. Belki buram buram acemilik kokmalıydı ama anlattıklarında görülen, hissedilen duyarlılık buna izin vermiyordu. Satırlarında hüzün vardı, hayat vardı, hayattan çok çekmiş insanların gölgeleri vardı. Daha geniş bir ifadeyle yaşamak istediklerini yaşayamayan inanların izleri…
Bu ilk kitap üç bölümden oluşuyor kendi içerisinde. “Sessiz Çocuklar”, “Dilsiz Anneler”, “Ve Biz… Her Birimiz…” İlk bölümde başlıkta da ifade ettiğim gibi çocukların duyulmayan çığlıklarını okuyoruz. Dayak yiyen annesini görünce engel olamayıp sinen, yaşadığı yoksulluğun farkına vardığında değiştiremediği için isyan edemeyip susan çocukları. “Dilsiz Anneler” bu coğrafyanın kadınlarının hikâyelerinden oluşuyor. Sevilmenin ne olduğunu bilmeyen; yemek, temizlik, bulaşık, çocuk bakımı gibi işleri temel görevi edinen kadınların hikâyeleri. “Ve Biz… Her Birimiz…” Bu bölümde herhangi birinin ya da birilerinin öyküleri var. Kim bu herhangi biri ya da birileri? Herkes!
Yazarın bir diğer kitabı da “Ben Söylemem Sen Anla.” Her iki kitabın adına bakınca Ayşegül Kocabıçak’ın ne denli farklı bir öykücü olduğunu da görmek olanaklı aslında. Bu kitapta da ilk kitaptaki duyarlılık görülebiliyor. İlk kitabın izinde bir kitap denilebilir.
Kitaptaki “Hayal” başlıklı öykü dışında tümü kadın sesiyle, kadın sözüyle, kadın gözüyle aktarılmış. Öykülerin inceliği belki de buradan geliyor, kim bilir? “Ben Söylemem Sen Anla”da da yazar sesini yükseltmeden anlatmış anlatacaklarını. Öykülerin her biri ayrı serzeniş olmasına rağmen sakin kalabilmeyi başarmış. Açıkçası yaşadığımız günlerden geçerken bunu yapabilmek, bunu yaparken de okumaya doyulmayan öyküler yazabilmek alkışı hak ediyor. Ve okuduktan sonra şunu düşünebilirsiniz. Yazarın anlattıkları mı rahatsız ediyor yoksa bu denli sakin kalabilmesi mi? Bir de bu öykülerde dikkat çeken anlatıcının çok konuşkan olması. Bunun nedenini ise yazar yaşamla olan hesabına bağlıyor.
“Kibritçi Kız ya da Noel Baba” başlıklı öykü yakın her yılsonunda yaşadıklarımızdan dolayı da ilgi çeken bir öykü. Anlatılan malum. Sonuç? Genç kız hayata karşı kılıcını çekiyor adeta. “Her tutuşturduğum kibriti perdedeki bir süsle buluşturuyorum. Bir kibrit fırındaki hindi, bir kibrit muz gibi elma, bir kibrit tombala, bir kibrit içtikçe gülen bir baba! Perdelerdeki rengârenk alevlerle dans eden kibritçi kızın elini tutuyorum. Buz gibi elleri, ben tutunca ısınıveriyor.” Çağdaş Kibritçi Kız masalı da denilebilir bu öykü için.
Sadece bu öykü değil tabii. Hemen tamamı yaşamla hesap gören öyküler. Ezilenlerin, ötekilerin gözünden canlı bir anlatım var öykülerde. Ve bugünlere bir not düşüyor Kocabıçak bu sayede. “Odun”, “Michela”, “Frida”, “Hayaller Paris Gerçekler Angara” ve diğerleri. 80 sayfalık kitapta öyle çok yaşamla karşılaşacaksınız ki başınız dönecek.
Ayşegül Kocabıçak, öykünün farklı bir sesi, soluğu olacak gibi görünüyor. Baktığı pencereden gördüklerini herkesin de görebilmesi açısından kalıcılığı önemli.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (6 Temmuz 2017)