Foucault’nun çalışmalarında önemli yer eden kendilik meselesinin ele alındığı “Hermenötiğin Kökeni ‘Kendilik Hakkında-Dartmouth Konferansları,1980’” adlı kitap, geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları tarafından basıldı. Foucault’nun modern öznenin soykütüğü hakkında verdiği iki konferanstan ve yine konu ile ilişkilenebilecek iki söyleşiden oluşan metin, Antik Yunan ve Roma döneminde kendiliğe dair uygulamalar ile birlikte ilk Hristiyanlıkta öznellik ve hakikat ve kendiliğin kurulmasına dair tekniklere değiniyor. Foucault, kendiliğin çeşitli mekanizmalarla bireyi nasıl kurulmuş öznelere dönüştürdüğünü her zamanki kışkırtan üslubuyla açıklamaya çalışıyor. Kendiliğin ne olduğuna dair kafamızda onlarca şüphe var iken Foucault’nun bu metni bireyin bugününe ve hakikatine dair de epey şey söylüyor diyebiliriz.
Fransız psikiyatrist Leuret ve hastası arasında geçen bir diyalog konuya dair önemli olduğu için sanırım tartışmaya oradan başlamak iyi olacak. Doktor Leuret bir sabah hastası Bay A.’yı duşa sokar ve ona sayıklamalarını ayrıntıyla anlattırır.
“Evet, bütün bunlar yalnızca delilikten. Bana artık bunlara inanmayacağınıza söz verin” der doktor.
Hasta tereddüt eder ardından söz verir.
“Bu yeterli değil der, daha önce buna benzer sözler verdiniz ve tutmadınız” diye cevap verir doktor, ardından musluğu açıp hastanın kafasına soğuk su akıtır.
“Evet, evet deliyim diye haykırır hasta.”
Duş alma faslı sona erer ve sorgulama yeniden başlar.
“Evet deli olduğumu kabul ediyorum” diye tekrarlar hasta ve ekler: “Kabul ediyorum çünkü beni buna zorluyorsunuz.”
Ve böylece devam eder durum, önce duş sonra itiraf. Bu uzunca alıntı konunun özünü anlamak bakımından önemliydi. Çünkü Foucault’ya göre; burada doktorun amacı hasta ile ilgili olmaktan çok ona kendisine dair kesin bir hakikat vermekti. Burada bireyin veya örnekte olduğu gibi hastanın kendisinin asıl hislerine değil, onun doktor tarafından tanımlanmış özneliğinin, kendisi tarafından kabul edilmesine tanıklık ederiz. Sanıyorum kısaca şöyle söylenebilir; bireye kendi hakikatinin ne olduğuna dair kendisine itiraf ettirilen bir öznelik ortaya çıkarılır, birey böylece bir bakıma bir yönlendirici ile kendisinin ne olduğuna dair kendisini kurgular. Foucault kitapta bu konu üzerine bir arkeolojiye girişerek Antik Yunan ve Roma dönemindeki felsefi okullar ile Hristiyanlığın ilk yıllarındaki öğretilerin “kendilik” ve “itiraf” konusunda kullandıkları teknikleri araştırarak, modern öznenin soykütüğüne dair bir sonuca varmaya çalışıyor. Foucault bu iki dönemi birbirine bağlamak, devamı gibi göstermek gibi bir amaç gütmüyor veya kanıtlama çabasına girmiyor sadece modern öznenin oluşum sürecinin izini sürmeye çalışıyor. Yapmaya çalıştığı benim anladığım, kendiliğin çeşitli tekniklerle nasıl kurulabildiğini, öznenin kendisine dair hakikatin verili durumunu ve bir anlamda nasıl kendiliğin bu tekniklerle kurban edildiğini göstermeye çalışıyor.
Foucault antik Yunan ve Roma incelemesinde kendiliğe dair bilginin efendi ve mürit arasındaki ilişkisine dönüştüğünden bahsediyor. Buradaki hakikat aslında bireyin kendiliğine dair olandan çok onun belki de belirlenmiş bir hakikate boyun eğmesi ve bu hakikatin bir güç olarak ortaya çıkması olarak yorumlanabilir. Bu güce dayalı hakikat bana kalırsa efendiye ait gücün öznenin biçimlenmesine dair ortaya koyduğu ile ilişkilenir. Burada birey Foucaultcu anlamda “tutum” alır ve birisi tarafından yönlendirilmeyle yani bir anlamda yönetilmeyle kendi kendisi hakkındaki yoruma ulaşır. Birey böylece yönlendirilme ile ortaya çıkan bir kendiliğe ulaşır. Bir anlamda kendi öznelliğini kurulmuş olan kendiliğin devamı hâline getirir. Burada ilginç olan ise ne olduğuna dair yorumu kendisinin yaptığını sanması benim fikrimce yani bir anlamda özne kendi kendisine inşa ettirilir ancak bu onun çok da farkında olduğu bir durum değil sanırım.
Hristiyanlıkta ise belirleyici olan “hakikat yükümlülüğü”dür. Foucault’ya göre burada iki tür “hakikat yükümlülüğü” vardır. Kitapla ve dogmatik olanla ilgili olan ve buna karşın kendilik’i ruhu ve kalbi ilgilendiren. Foucault, ikinci olana yoğunlaşır ve bu iki hakikatin öznenin kendi hakikatine dair olan yorumuna ve kullanılan tekniklere dikkat çeker. Ona göre; Yunan Helenistik ve Latin kültürlerinde kendilik incelemesi ve itiraf teknikleri ile Hristiyanlıkta geliştirilen teknikler arasında önemli farklar var. Modern kendiliğin oluşmasında Hristiyanlığın teknikleri daha derin bir şekilde yer ediyor. Hristiyanlıkta “hakikat yükümlülüğü” oldukça önemli. Hristiyanlık günah çıkarmanın önemli olduğu bir öğreti bunun yanı sıra Hristiyan özne bir dogmayı, kitabı veya bazı otoriteleri hakikat olarak kabul etme yükümlülüğünü taşıyor. Hristiyan bir özne kendini keşfetmek isterse o bu bahsedilenler tarafından devamlı desteklendiğine de inanıyor anladığım kadarıyla.
Hristiyan deneyiminde “hakikati kendinde oluşturma” ve “ışığa ulaşma” Foucault’nun önemsediği bir konu ayrıca bunun izleri Budizm’de ve gnostik öğretilerde görülebiliyor ve hakikati kendiliğinde keşfetmek, ruhun asıl kökenini çözmek gnostikler tarafından ışığa ulaşmak ile aynı şey olarak anlaşılıyor. Foucault hakikat yükümlülüğünün ve Luther’den sonra hem de Protestanlıkta daima göreceli ve özerk bir yapısının olduğunu ve bunu koruduğunun altını çizerek, ruhun sırları ve inancın gizleri, kendilik ve Kitap konusunun Hıristiyanlıkta aynı ışık biçimiyle aydınlatılmadığını farklı teknikler kullanıldığını belirtiyor.
Foucault özellikle öznenin kendisi hakkındaki hakikati kendisine gösterme yükümlülüğü üzerinde durarak günah çıkarma ve itirafın bu konudaki önemine değiniyor. Günah çıkarmanın bir statü meselesi olduğu bu statünün günah işleyenin tam anlamıyla kiliseden atılmasına engel olmasının amaçlandığı konusu burada önemli bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu sayede günahkâr sayılan kişi tekrar Hıristiyanlığa kabul edilebilir. Ancak günahkâr damgası yiyen özne pek çok dini yükümlülüğe ve boyun eğmeye mecbur bırakılıyor. Bu statü onun varoluşu ile ilgili hâle geliyor ve günah çıkarma böylece günahla ilişkili olmaktan çok benim yorumuma göre disiplinle ve ıslahla ilişkili hâle geliyor. Oysa Foucault’ya göre: Bu statünün amacı hakikati gösterme yükümlülüğü.
Foucault’nun özellikle üzerinde durduğu Yunan Kilise babalarının kullandığı “exomologesis” adlı kelime anladığım kadarıyla günah çıkarmanın bir bölümü. Bu kavram düşünür tarafından bir olgunun tanınması olarak belirtiliyor. Bu aşamada bir takım ritüeller ile öznenin kendiliğini açıkça ifşa ettiğine tanık oluyoruz. Bu bir uzlaşma ânı aynı zamanda bireyin tüm yaralarını gösterdiği, kendisine dair gizin kalmadığı, kendiliğini cezalandırdığı, kendisini “pis” ve “kirli” olarak kabul ettiği, kutsala itaat etmediğini kabul ettiği bir an. Foucault’ya göre kendiliğin kurban edildiği an. Yani buradan anladığımız kullanılan günah çıkarma ve “exomologesis” tekniği bireyin kendine dair hakikatinin kendisinde tesis edildiği bir durum ortaya çıkarıyor. Birey günah ya da suç adına ne dersek diyelim tüm yükümlülüğü kendisine bağlıyor fakat burada bir otorite kabulü de söz konusu. Bir anlamda özne için kendisinin ne olduğuna dair soru bir otoritenin yönlendirmesiyle ve ıslah yöntemiyle kendisine tanımlatılıyor.
Foucault Pagan öğretilerden gelen pek çok tekniğin Hristiyanlık içerisinde sayısız kendilik teknolojisinde bulunduğuna dikkat çekiyor. Manastır yaşamındaki kendilik tekniklerinin özellikle düşünceyi sürekli Tanrı’ya çevirerek eylemden çok düşünceyi ele alması, bireyin itiraf ederek kendiliğini söze dökmesi ve bunun bir anlamda bir doğrulatıcı tarafından onaylanması kendilik problemi açısından önemli görünüyor. Çok açık ki bu teknikler bir itaat ilişkisi doğuruyor mürit ile efendi arasındaki bu ilişki bireyin bir otorite tarafından yönlendirilerek kendisine dair olanı bulmasında önemli bir faktör hâline geliyor. Manastırlar üzerine düşününce bugün Foucault’cu anlamda kullandığımız bireyin biçimlenmesinde ve tahakküm altına alınmasında önemli olan kurumların izini taşıyor da diyebiliriz. Foucault’nun kapatılma kurumları olarak bahsettiği okul, hapishane, hastane gibi kurumların tekniği ile manastırın teknikleri arasında da bağlantı kurulabilir. Çünkü manastırlar bir bakıma bireyin manevi anlamda ıslahını sağlarken ondan daimi bir itaat, kendiliğinden vaz geçişini sağlayan disiplin gibi olguları barındırıyorlar. Bu anlamda da sanırım Foucault’nun modern öznenin soykütüğüne dair yaptığı bu araştırma ayrı bir önem kazanıyor, köken aramak değil ancak bu çaba iz sürmek olarak nitelendirilebilir.
Tüm bu araştırma aslında Foucault’nun deyimiyle: “Kendiliğin tarihimiz boyunca kurulmuş teknolojinin tarihsel bağıntısını tarihsel bağıntısından başka bir şey olmadığını şimdi keşfetmek. Problem belki de bu teknolojileri değiştirmektir. Bu durumda da bugün en önemli problemlerden biri, kelimenin tam anlamıyla, kendimizin politikası olacaktır.” Genel olarak çok konuşulmayan öznenin kurulması kendimizin politikası meselesi bana kalırsa o günlerden bugünlere hâlâ açılması ve üzerinde durulması gereken bir konu. Verili bir kendilikle mi hareket ediyoruz? Bundan bir çıkış olabilir mi gibi pek çok soru tartışılmayı bekliyor. Bu anlamda Foucault’da kendilik probleminin ele alındığı “Hermenötiğin Kökeni” önemli bir yerde duruyor ve bu kısa yazıda ifade edilemeyecek kadar ayrıntılı bir tartışma sunuyor.
Ana hatlarıyla ifade etmeye çalıştığım konuya dair “Hakikat ve Öznellik Üzerine Araştırma”, “Michel Foucault’nun Verdiği Bir Mülâkat” adlı meseleyi daha açık hâle getirecek, iktidar kuramı ile ilişkisini kuracak, iki söyleşi de yer alıyor kitapta. Bir daha ki yazıda da o iki mülakat üzerine karalamaya çalışacağımı şimdiden söyleyeyim.
Emek Erez – edebiyathaber.net (17 Temmuz 2017)