St. Petersburg adeta edebiyatla nefes alıp veren bir kent. Klasik Rus edebiyatı bu romantik şehrin, taşına, toprağına, binalarına, caddelerine, nehirlerine iyiden iyiye işlemiş. Beyaz bir gecede Neva Nehri’nin kıyılarında, köprülerinde Puşkin’i, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Gogol’u her an yanı başınızda hissederek dolaşmak gibisi yok. Neva Nehri, St. Petersburg’u boydan boya, çepeçevre sarıp sarmalayan, dalga dalga saçlarıyla kenti kucaklayan buz mavisi âşık bir kadın gibi göründü bana. Edebiyatın merkezinde yer alan bu şehri hemen herkesin çok iyi bildiği Rus klasiklerinin ve Neva Nehri’nin gözünden anlatmak istedim sizlere.
Fiyodor M. Dostoyevski’nin henüz 27 yaşındayken kaleme aldığı ünlü uzun öyküsü Beyaz Geceler, Kuzey’in o meşhur aydınlık gecelerinden birinde, hüzünlü ve yapayalnız Hayalperest bir gencin Fontanka Kanalı’nın kenarındaki korkuluklara yaslanmış bir genç kızla karşılaşmasıyla başlar. Kız, Nastyenka, üzerinde simsiyah bir şal, başında sarı bir şapkayla nehrin karanlık ve dipsiz sularına bakmakta, sessiz sessiz ağlamaktadır. Hayalperest, ismi gibi hafif ve ürkek adımlarla, bir hayâlet gibi, kıyı boyunca takip eder Nastyenka’yı. Neden sonra genç kızın yanına yaklaşıp tanışma cesaretini bulur kendinde. Böylece, tam beş beyaz gece boyunca, kâh şehrin sokaklarında kâh nehrin kıyılarında yürürler neşeyle. Bazen kıyıdaki banklardan birine oturup geleceklerinden söz ederler pırıl pırıl ayın altında. Ah! Öyle mutludur ki Hayalperest bir görseniz, ta ki o beşinci günün uğursuz sabahında Nastyenka’nın mektubunu alana kadar. “Affedin beni, yalvarırım affedin!” der Nastyenka’nın satırları, “Hem sizi hem kendimi kandırdım! Beni affedin, unutmayın ve sevmekten vaz geçmeyin!” O günden sonra ne şehir, ne gökyüzü ne nehir, artık hiçbir şey eskisi gibi pırıl pırıl değildir Hayalperest için. Ömrünün kalanını, hep o beş beyaz geceyi, o bir anlık mutluluğunu hatırlayıp teselli bularak tüketir zavallı âşık genç adam nehrin kıyılarında. (Dostoyevski, Beyaz Geceler- Bir Hayalperestin Anıları)
Kuzeyin o bitmek tükenmek bilmez upuzun kışları Neva’ya bembeyaz zırhını giydirdiğinde ise, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlısı genci tüm Petersburg halkı patenleriyle, kızaklarıyla, başlarındaki kocaman kürklü şapkalarıyla akın ederler nehre. Kışlık Saray tarafından türlü türlü müzik sesleri gelir. Edebiyatseverler bu kalabalıkların arasında birbirinden güzel iki kadını hemen tanıyacaktır; Tatyana ve Anna Karenina. Her ikisinin de bedbaht ve mutsuz yürekleri, tıpkı nehir gibi, kalın bir buz tabakasıyla kaplıdır nicedir. Yevgeni Onegin aşkına karşılık vermeyince kalbini âdeta dünyaya kapatır Tatyana. Başında siyah kürk şapkası ve uzun simsiyah paltosuyla patenlerini o incecik, narin ayaklarına geçirir, donmuş nehrin üzerinde gezinir saatlerce. “Seni bekliyorum, Bir tek bakışla, Şu kalbin ümidine canlılık ver, Veya bu ağır rüyayı kesiver!” diye haykırdığı mektubuna Onegin’dan ne yazık ki karşılık alamamıştır. Ah! Zavallı, budala Onegin. Ancak yıllar sonra anlar elinin tersiyle öylece itiverdiğinin aslında kendi kaderi ve mutluluğu olduğunu. Tatyana olmadan nefes bile alamaz artık. Petersburg ayazında yakası bağrı açık, nehirden esen o sert rüzgârlara, üzerine saldırıp yüzünü dört bir yandan tırmalayan sert tipilere aldırmadan, ya kıyıdaki bir banka oturur, ya da köprülerden birine dayanıp saatlerce donmuş suları seyreder dalgın ve bedbaht. (Yevgeni Onegin, Aleksander S. Puşkin)
St. Petersburg’un bağrına bastığı bunca renkli karakterden, beni en çok etkileyenin Raskolnikov olduğunu itiraf etmeliyim. Çoğu okur gibi ben de içten içe, gizliden gizliye hep bir hayranlık, yakınlık duymuşumdur Suç ve Ceza’nın bu tuhaf, aksi ve solgun genç kahramanına. Raskolnikov, Samanpazarı civarında oturur ve sık sık nehrin üzerindeki onlarca köprüden birinden geçer dalgınca. Raskolnikov, bir sabah o içindeki garip sıkıntı ve tiksintiyle uyanıp soluğu Kokuskin Köprüsü’nde aldığında (Dostoyevski romanda K. Köprüsü der), onun yüzyıllarca unutulmayacak bir kahraman olduğunu hissederiz. Petersburg sokaklarında takibe başlarız Raskolnikov’u. Saçı başı dağınık, üzerinde eski siyah paltosu, günlerdir ağzına bir lokma yemek koymamış bir halde sokaklarda dolanır, Nevsky Bulvarı’nda yarı hayâl yarı gerçek dalgın dalgın yürür genç adam. Onun cinayet işleyebileceğini, hele de öyle bir baltayla, ben de önceleri hiç kestirememiştim doğrusu. Rehinci kadını öldürdükten sonraysa hepten içine kapandı, hastalıklı bir ruh gibi gezinmeye başladı kentin sokaklarında, kanallarında, köprülerinde. Bir sabah, o eski siyah paltosunun yakalarını kaldırmış, elleri ceplerinde, telaşlı ve ürkek adımlarla caddeyi geçip nereye gittiğini bilmeden soluğu Neva’nın kıyısında, Vasilyev adasındaki küçük bir rıhtımda aldı. Oldukça kararsız, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Öldürdüğü rehinci kocakarıdan çaldığı ve paçavralara sardığı yedi sekiz parça ganimeti cebinden çıkartmış, sulara fırlatmaya hazırlanıyordu. Sonra vazgeçti birdenbire ve kendi deyimiyle “dilsiz ve sağır muhteşem manzarayı” görünce tâ buralara kadar neden geldiğini unutuverdi bir an. Orada, nehrin kıyısında öylece durup Neva’yı, seyre koyuldu. Neva, ondan hiç beklenmeyecek derecede, neredeyse mavimsi bir renkte akıyordu o gün. Sarayların akisleri sularına vurmuştu. Uzaklardan St. Isaac Katedrali’nin parlak kubbesi seçilmekteydi. İşte Raskolnikov ve Neva’nın arasında geçen o kısacık buluşmadan sonra, Raskolnikov aniden dönüp vaz geçti ganimetini sulara fırlatmaktan ve gidip o hemen hepimizin bildiği avluya gömdü hepsini. Belki, dedim kendi kendime, belki O da seviyor Neva’yı ve kocakarıdan çaldıklarıyla kirletmek istemiyor nehrin sularını, kim bilir.
Yine yarı aç yarı tok, dilenciler gibi gezindiği bir başka gün, cebinde kalan son parası yirmi kapiği çıkartmasıyla sulara fırlatması bir oldu Raskolnikov’un. Öyle dalgındı ki, köprüden geçen bir atlı kupa arabası tarafından neredeyse ezilecekti. Okurken yüreğimi ağzıma getiren anlardan biriydi. Raskolnikov Neva’yı değil de, Sonya’yı sevdi hep. Sanırım Neva hep bir hatıra olarak sakladı o bakır kapiği bulanık sularının koynunda. (F. M. Dostoyevski, Suç ve Ceza)
Bazen de öyle tuhaf, öyle trajikomik öykülere sahne olmuştur ki bu şehir ve nehir. Gogol’un ünlü Burun adlı öyküsündeki sekizinci dereceden memur Kovalev’in burnundan bahsediyorum. Günlerden 25 Marttır ve berber İvan Yakovleviç sabah sabah karısının pişirdiği sıcacık taze ekmeğin içinde buluverir daimi müşterilerinden 8. Dereceden memur Kovalev’in burnunu. O anda beti benzi atmıştır. Elbette başına bir belâ gelen her Petersburglunun yaptığı gibi, üzerinde sivilce olan burnu bir beze sarıp soluğu Neva’nın kıyısında alır. Sözüm ona burnu gizlice nehrin sularına atacak ve bu belâdan kurtulacaktır. Nitekim burnu fırlatıp atar atmasına da, tam o sırada İsakiyeviç Köprüsü civarında devriye gezen, üçgen şapkalı, geniş favorili, kılıçlı ve asil görünümlü bekçi durumu fark eder, seslenip yanına çağırır İvan Yakovleviç’i. Bizim berberin bekçiye yaltaklanışını anlatmama gerek yok sanırım. Yok efendim nehrin sularını seyrediyormuş da akşam akşam, yok asil bekçinin saçını ve sakalını haftada iki kez ücret almadan traş edermiş de… Memur Kovalev’in burnunun nehrin sularından nasıl çıktığı, kendine yüksek rütbeli bir memur süsü verip, omuzlarında ışıl ışıl apoletlerle caka sata sata Neva Bulvarı’nda dolaşıp, bin bir maceradan sonra Nisan ayının 7’si sabahı sanki hiçbir şey olmamış gibi Kovalev’in iki yanağının arasındaki gözleme gibi dümdüz kalan yerde yeniden yerini nasıl aldığı ise Neva Nehri’nin suları ve Nikolay Gogol arasında bir sırdır. ( Nikolay Gogol, Burun)
Kuzeyin bu solgun tenli güzeli hep böyle uysal, sevecen ve sakin bir kadın değildi elbette. Aşk, bir gece vakti ansızın patlak veren bir tufan misali sularını vurduğunda, neye uğradığını anlamamış, direnmişti önceleri. Ama, her kadın gibi, O da aşka karşı koyamadı, çılgınlar gibi coşup kabardı. Gözü bir şey görmez, kulakları kendi uğultusundan başka bir şey işitmez oldu. Önüne gelen her şeyi silip süpürdü, yok etti ne varsa o içindeki bulanık taşkınlıkla; ekmek, ev bark… Tanrısal bir âfet dediler başına gelenler için, hatta Çar bile kederli, çaresiz kalakaldı karşısında ve “Tanrısal afete Çarlar hüküm geçiremezler!” dedi bu yıkım için. Sonunda bir sabah gözlerini açtığında bir de ne görsün? Aşkın köpük köpük kabarttığı suları gerisin geriye çekilmiş, o uysal, soğuk, anaç kadın olmuş yeniden. Nihayet yatışmış suları.
“Sular çekildi ve köprü yolu
açıldı ve Yevgenim benim
İvedi koşuyor, tutulmuş ruhu
Umut, korku ve tasa içinde
Koşuyor yatışmaya duran nehre
Ama dopdolu utku kutlamalarıyla
Henüz kanıyordu hırçın dalgalar
Ateş harlanıyordu altında sanki
Üstlerini henüz köpükler kaplamakta
Ve ağır solumaktaydı Neva,
cenk dönüşü dörtnal bir at gibi
(Aleksander S. Puşkin, Bronz Atlı)
Ve söylememe gerek yok, devrimden de nasibini aldı Neva.
“…Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara: Yoldaşlar, dedi. Tarih, yani işçi ve köylü sınıfları, yani kızıl asker yani, bir meşale yakıyoruz, dedi hücuma kalkıyoruz, dedi…
Ve Neva nehrinde buzlar kızarırken, Onlar bir çocuk gibi iştihalı ve rüzgâr gibi cesur,
Kışlık Saray’a girdiler…” (Nazım Hikmet Ran, Kışlık Saray)
İşte karşınızda Kuzey’in solgun, gri, anaç, hırçın, sevecen ve âşık kadını Neva. Çok şey gelip geçti başından, kim bilir daha neler geçecek. Kışlık Saray müze olalı uzun zaman oldu. Saray Meydanı’ndan kulaklarınıza gelen o müzik sesleri dünyanın dört bir tarafından Beyaz Geceleri görmeye gelen romantik turistler için sanatçıların düzenlediği gösteriler. Saat gece ikiyi vurduğunda Dvortsovy ve Troitsky Köprüleri’nin kapakları yavaşça açılmaya başlayacak. Hemen ardından da sarhoş ve gürültücü turistlerle dolu tekneler vızır vızır hoyratça turlamaya başlayacaklar nehrin sırtında sabaha kadar. Eminim zaman zaman Neva bile soracak kendi kendine tıpkı Hayalperest gibi: “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kaprisli ve kötü insan yaşıyor olabilir mi gerçekten?”
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (27 Temmuz 2017)