Foucault’nun modern öznenin soykütüğü hakkında verdiği iki konferanstan ve yine konu ile ilişkilenebilecek iki söyleşiden oluşan “Hermenötiğin Kökeni ‘Kendilik Hakkında-Dartmouth Konferansları, 1980’” adlı kitap hakkında daha önceki yazıda tartışmaya başlamıştık. Bu yazıda kitabın sonunda yer alan ve Foucault’nun kendilik problemini anlamamıza yardımcı olan söyleşilerden bahsetmeye çalışacağım. Bu iki söyleşi, Foucault’nun modern öznenin soykütüğüne dair giriştiği arkeoloji denemesinin yanı sıra hakikat ve öznellik, iktidar, yönetim gibi kavramlarla da konunun ilişkisini kurması açısından önemli görünüyor.
Foucault daha önceki yazıda da anlatmaya çalıştığımız gibi Yunan Helenistik ve Latin kültürlerinde kendilik incelemesi ve itiraf teknikleri ile Hristiyanlıkta geliştirilen teknikler arasında önemli farklar olduğunu düşünüyordu. 23 Ekim 1980 tarihli “Hakikat ve Öznellik Üzerine Tartışma” başlıklı söyleşide bu farkın temel sebebini “exomologesis”in (günah çıkarma sırasında uygulanan bir teknik) bir şekilde kurumsallaşmış olduğuna bağlıyor. Bu itiraf biçimi insanlar için baskı unsuruydu ve düşünüre göre bir kurumun gösterebileceği tüm özellikleri taşıyordu. Ayrıca Foucault Yunan geleneğinde nesne olarak bir kendilik probleminin değil, varlık olarak bir kendilik probleminin olduğuna dikkat çekiyor. Oysa Hristiyanlıkta günah çıkarma ve bu pratiğin içerdiği teknikler kişinin kendisini bir bilgi nesnesi olarak görmesine sebep oluyor. Günahkâr kişi kendisine dair bilgiyi ifşa ederken, bir yönlendirici vasıtasıyla kendisinin hakikatine ulaştığını varsayıyordu ancak burada kendisini günahkâr yapan “suç” değil, bir anlamda onun kendisi hakkında günahkâr olduğu sonucuna vardığı bilgi ortaya çıkıyordu. Böylece kişi gerçekten özneliğiyle ilgili değil, bir bilgi nesnesi olarak kendisinden bekleneni veriyordu bu da kendiliğin kurban edilmesi anlamına geliyordu.
“Hapishanenin Doğuşu’nda işkenceye dayanan yargılamadan bireylerin duygularını ve dürtülerini ele alan yargılamaya geçişten bahsediyorsunuz. Bunun günah çıkarmadan itirafa geçişle bir ilişkisi var mı?” Söyleşide Foucault’ya sorulan bu soru ve düşünürün cevabı önemli. Çünkü bana kalırsa böylece genel olarak onun düşünceleriyle kendilik problemi arasında bir ilişki kurabiliyoruz.
Düşünür bu soruya evet cevabını veriyor. Ona göre Batı toplumlarında XII. Ya da XIII. Yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyılın büyük politik oluşumları ve büyük medeni ve ceza kanunlarıyla birlikte XIX. yüzyıl başına kadar süren adli bir çağ yaşanıyor. Bu çağ insanları yasalar, mahkemeler ve adli kurumlar vasıtasıyla yönetebileceğini düşünen bir çağ. Evrensel insanlık yasaları ve kanunlarla insanı yönetebileceğini düşünenlerin gördüğü bir rüya. Foucault insanların böyle yönetilemeyeceğini fark ettirse de bu dönemin “totaliter olgu” gibi tehlikeli bir sonucu olduğunu düşünüyor. Yönetme ve adli yapı arasındaki çakışma XIX. yüzyıldan bugüne kadar yönetme de hukuki ve yasal kurumların dışında farklı uygulamalar ortaya çıkarıyor. Psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, beşeri bilimler gibi alanların ceza kurumuna girmesi de bunun sonucu. İnsanı yönetmek aslında birçok kurum ve disiplinin bir biçimleme ve tahakküm mekanizması olarak işlemesine sebep oluyor böylece. Kısacası yönetme adli kurumlarla sağlanamayınca yaşamın her alanına dağılan bir tekniğe dönüşüyor.
Paras’a göre Foucault’nun “yönetim” konusuyla ilgilenmesinin başka sebepleri de vardı, ona göre; “Foucault açısından yönetim mevhumu, temelde, özgür bireyi tarihsel analizin içinde yeniden konumlandırabileceği için önemliydi. Yönetim anonim ya da bir üçüncü şahıs değildi tam olarak; “iktidar” ve “bilginin” aksine “yönetim” kelimesi, bireyin kendi üzerinde uygulayabileceği bir edime işaret ediyordu. Kişi başkalarını yönetirdi fakat aynı zamanda kendini de yönetiyordu. Bir kavram olarak yönetim, bireyin kendi öznelliğini kurarken üstlendiği rolü ayırt etmek için çok daha uygundu.” Foucault özellikle Hristiyanlığın bireyin kendi hakikatine ulaşarak kendisi hakkında bir sonuca varması şeklindeki itirafa dayanan tekniğinin, bir şekilde bireyin kendi kendisini yönetmesi ve kendi öznelliğinin inşasında pay sahibi olması anlamına gelebileceğine dikkat çekiyordu belki de. Hakikat aracılığıyla bireyin yönetimi amaçlanıyordu ancak bir anlamda bireyin kendi hakikati hakkında konuşması onun kendiliğinin inşasında karşılıklı bir yönetim ilişkisiyle pay sahibi olduğu anlamına geliyordu . Düşünürün bu konuyu önemsemesinin en önemli nedenlerinden birisi de bu anladığım kadarıyla ki Foucault bu konuyu incelerken asıl probleminin yönetimin ne olduğunu analiz etmek olduğunu belirtiyor ve şöyle söylüyor “Hermenötiğin Kökeni”nde: “Güç ilişkilerinin simetrik olması işte sanırım yönetim diyebileceğimiz şeydir ya da bu güç dengesizliği yönetime yol açar. Bu yeterince açık mı? Öyleyse benim şimdiki problemim güç ilişkilerini değil yönetimi analiz etmektir.” Ayrıca yine Paras’ın ifade ettiği gibi: Foucault insanların yönetiminin “kişinin kendi hakikatinin” ifşasıyla nasıl pekiştiğini incelemek istiyordu.
Foucault yöneten ve yönetilen arasında oluşan ilişki biçimini de ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Sadece bir tarafın daha güçlü olması veya egemen olması ona göre bu ilişki biçimini ortaya çıkması için yeterli değildi çünkü. O bu nedenle tahakküm yapıları, kendilik yapıları, kendilik teknikleri verdiği bir dizi kavramla yönetim arasında ilişki kuruyor. Ancak asıl çabası öznenin kurulurken bir yönlendirici vasıtasıyla kendisini itiraf ederken (Hristiyanlık) bir şekilde kendisiyle de yönetimsel bir ilişki kurması benim fikrimce. Çünkü kişi yönetilebildiği gibi yönetme yetisine sahip o zaman öznenin inşası tek biçimli değil karşılıklı bir yönetme biçimiyle ortaya çıkıyordu belki de. Sanırım Foucault’nun şu cümlesi bu durumu destekliyor: “Yönetim bir tahakküm hedefiyle insanların kendiliğini ve insanların kendi tutumunu kullanmaya izin veren bir tekniktir.”
Foucault düşüncesi genellikle bize sabitlememeyi, kesinlikli fikirler ortaya koymamayı önerir. Ancak Foucault’nun bu çalışmasını belli bir değerler alanına yerleştirdiğine tanık oluyoruz kitapta yer alan, 3 Kasım 1980 tarihli söyleşide. Size ahlâkımın üç unsurundan bahsedeceğim diyor Foucault: “İlk olarak bize önerilen şeyleri sorgulamadan kabul etmeyi reddetme; ikinci olarak analiz etmenin ve bilmenin gerekliliği, zira yapmak zorunda olduğumuz hiçbir şey bir bilgi gibi bir düşünce olmaksızın yapılamaz; bu merak ilkesidir. Ve üçüncü olarak yenilik ilkesi, yani önceki hiçbir programdan esinlenmemek ve şimdiye kadar düşünülmemiş, tasarlanmamış, bilinmemiş vs. şeyleri düşüncelerimizin kimi unsurlarında veya davranışlarımızda arama. Yani reddetme, merak, yenilik. Foucault böylece “yaptığı şeyi neden yaptığı” sorusuna cevap vermiş oluyor. Çünkü o bir dönem öznenin yokluğunu ilan etmiş de bir düşünür ancak onun kendilik ve itiraf tekniği çalışmalarının bir şekilde “özgür birey” ile ilişkili olduğunu düşünen ve onu bu nedenle eleştirenler olduğunu, tutarsız bulunduğunu eklemek gerek. Mesela Peter Dews şöyle eleştiriyor; “Kendiliğin inşasına dair bir açıklama getirmenin bariz çelişkisi, kendisini inşa edebilmek için öznenin hâli hazırda varolması gerekliliğidir. Nereden geldiği belli olmayan pratiklerin özneyi “ürettiğini” ileri sürmek Foucault’yu kurtarmıyordu.” Evet, böyle bir çelişki kabul edilebilir ancak Foucault’nun “değerlerim” dediği duruma aykırı da değil. Çünkü o reddebilen, merak eden ve yeniden bir düşünce ortaya koyabilen bir düşünür. Bu değerlerin öznellikle ilgisi üzerine ise Foucault modern öznenin teorik olarak sahip olduğu ancak bunun pratiğini aktarmaya izni olmadığı bir yerde durduğundan söz ediyor.
Foucault söyleşilerinin olmazsa olmazı iktidar konusu da yer ediyor bahsettiğimiz söyleşide. Foucault iktidarı sabitlemez, dağıtır verili anlamını ters yüz eder, bir ilişki biçimi olduğunun altını çizer. Bu kavramın sadece tek bir yerden uygulanan baskıcı bir sistem olmadığını belirtir. Foucault bu söyleşide de bu konuya açıklık getirmeye çalışıyor genel olarak iki insan arasında bir ilişki olduğuna dikkat çekerken bu ilişkide iki özne arasında birinin diğerini etkileyeceği veya diğerinin “etkileneceği” ya da olmayı kabul edeceği şekilde ortaya çıkan dengesiz bir ilişki olduğuna da dikkat çekiyor. Foucault’cu iktidar baskıcı değildir, eşit bir ilişki biçimi de değildir birçok şekle girebilir. Ancak burada altını çizdiği bir nokta var mesela, bir örgütlenme içerisinde birisinin bir başkasını etkileyebilme gücü olabilir ve etkilenen kişi tutum açısından özgür olamaz böylece, ancak bu kesin değildir mutlaka buna direnecek, isyan edecek birileri olacaktır. Bu aslında çok uzak olmadığımız bir ilişki biçimi bize dayatılan onca şey var yukarıdan ancak bunun yanında yukarıdan gelen tahakkümün devamlı kırılmaları olduğuna o gücü sabit tutamadığına tanık oluyoruz. Bunun sebebi bir şekilde yaratılan direnme odakları değil mi? Yani gücün sadece yukarıya ait olmadığını gösteren karşı yatay bir güç yaratma durumu sanırım Foucault’nun iktidar kuramının sabit olmamasına, dağıtılmış ya da ters yüz edilmiş bir ilişki biçimi olduğuna gönderme yapan bir durum bu.
Foucault’nun öznenin soy kütüğüne dair çalışmaları hem onun düşünsel seyrinde yarattığı farklılık hem de öznenin kurgulanışı konusunu anlamamız açısından önemli. Konu oldukça derin ve Foucault düşüncesi de düz bir hatta ilerlemiyor. “Hermenötiğin Kökeni” Foucault’nun kendilik konusundaki fikirlerini anlamak, öznenin yorum bilgisinin ne anlama geldiğini kavramak açısından bize yol açan metinlerden. Elbette bu küçük yazıda konuya dair sonuçlara varmamız, başka tartışmalarla genel bir çerçeve çizmemiz zor ancak bu iki yazı ile küçük soru işaretleri oluşturabilir ve konu ile ilgili okumalarımız için bir giriş yapmış olabiliriz sanırım.
Yararlanılan kaynaklar
Paras E. (2016), “Foucault ‘Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna’”, S. 148, 153, 154, 164, (Çev. Yunus Çetin), İstanbul: Kolektif Kitap.
Emek Erez – edebiyathaber.net (15 Ağustos 2017)