Son dönemlerde “Hapishane Edebiyatı” söylemi çok kullanılır olmaya başlandı.
Oysa edebiyatı hapishanenin kapatılmış dar mekanlarına sığdırmak, edebiyatın amacını daraltmak olur.
Geniş anlamda edebiyat, hapishane gibi sınırlı bir mekâna sığdırılamaz. Hapishane olsa olsa edebiyat alanının sonsuz genişliğinde bir konu alanı olabilir ancak. Edebiyat, sadece hapishaneden değil, dünyadan daha büyük ve sınırsızlığı olan bir yazın alanıdır. Bırakalım edebiyatı, Victor Hugo, sadece bir kitabın dünyadan daha büyük olduğunu söyler. “Çünkü kitap maddeye düşünceyi de katar” der. Özgür düşünceyi ve imgelemi hapishane gibi dar bir mekânın sınırlarına hapsetmek mümkün mü?
O halde “Hapishane Edebiyatı” ya oldukça yanlış bir kavramdır ya da yanlış kullanılmaktadır. Sanırım sorun hapishanede yazanların ya da hapishane çıkışlı olanların yazdığı metinlere isim konulamamış olmasından kaynaklanıyor.
Türkiye hapishanelerinin bereketli yazar ve edebiyatçı çıkarmasının önemli payı var bunun böyle anlaşılmasında. Hatta daha da ileri gidip Türkçe edebiyatın önemli isimleri hapishane çıkışlıdır dersek abartmış olmayız. Kimlerdir bunlar? Şiirde: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Can Yücel, A. Kadir, Nevzat Çelik vd.
Romanda: Kemal Tahir, Kerim Korcan, Orhan Kemal, Sevgi Soysal gibi daha birçok yazar edebiyatçı sayabiliriz.
Bu yazar ve şairlerin eserlerine ‘hapishane edebiyatı’ demek doğru olur mu? Bu yakıştırma şair ve yazarlara büyük haksızlık olur. Ama yazdıkları eserlerden bazıları hapishane konuludur. Hapishanede yaşanmış şeyler konu edilmiş olabilir. Ama bu yine de “Hapishane edebiyatı” olmaz. Hapishane konulu bir eser olarak ele almak daha doğru olur. Mesela Orhan Kemal’in “72.Koğuş”u hapishaneyi konu alan bir eserdir. Yine Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan” ve “Linç” adlı romanları tamamen hapishane konulu romanlardır, üstelik her iki yazar da yazmaya hapishanede başlamışlardır. Her iki yazara da hapishane yazarı diyebilir miyiz? diyemeyiz.
Bu iki yazarı örnek vermemin nedeni iki uç örnek olmalarıdır. Benzer şeyler Nazım Hikmet, Sabahattin Ali için de söylenebilir. Çünkü hapishanede yazılmış ve hapishane imge olarak düşünülmüş çok şiirleri vardır. Bana göre Nazım Hikmet’in en güzel şiirleri “Dört Hapishaneden” adlı kitapta toplanan şiirlerdir. Ve bu şiirlerin tümünü kaldığı hapishanelerde (İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa hapishaneleri) yazmıştır. Yine Sabahattin Ali’nin “Hapishane Şarkısı” başlığıyla yazdığı şiirler Sabahattin Ali’nin en güzel şiirlerindendir. Tüm bunlara rağmen yine de adı geçen bu şairleri hapishane şairi olarak adlandırmak konumlandırmak büyük haksızlık olur. Peki, hapishane konulu birçok şiir, öykü, roman yazıldı. “Bunları nasıl adlandırmamız gerekir?” diye bir soruyu duyar gibiyim. Bu konuda verilecek cevap, şeyleri adıyla çağırmak en doğrusudur.
Çünkü burada adı konulacak tek şey yazarının hapiste kalmış olmasıdır. Hapiste kalmanın kendisi zaten bir mahkûmiyettir; bir de yazarın eserini “Hapishane Edebiyatı” gibi dar bir alana, imgeye mahkûm etmek, cezaların en büyüğü olsa gerek. Mahsus Mahal Dergisi bu bilinçte olduğu için adını “Hapishane ve Edebiyat” dergisi koymaktan çekinmedi. Başından beri hapishaneyi edebiyatın içinde düşünerek çalışmalarını sürdürdü.
Eğer hatırlayanlar olursa daha önceki yıllarda hapishanede yazılan şiir ve öykülerin yayınlanması konusunda çalışmalarımız olmuş bu konuda kitaplar yayınlamıştık. Bu kitaplardan birinin adı “Hapiste Yazmak”tır (Kanat Kitap 2006). Hapiste şiir ve öykü yazanların yazmaya dair düşüncelerinin anlatıldığı bir kitaptır. O kitapta bu konu uzun uzadıya mahpus yazarlar tarafından yazıldı.
Hapishanede yazan mahpusların sıkıntılarını bir dönem mahpus olmuş yazarlar fazlasıyla biliyorlardır. Ama bu sıkıntılar, bu çifte sansürler mahpus yazarın yazma nedeni de olmaktadır. Yukarıda söylediğim Türkiye hapishaneleri yazar çıkarmakta bereketlidir derken bir gerçeği dillendirmek istedim. Tabi hapishanenin özel bir sihri yok. Tamamen edebiyatın geniş alanıyla ilgili bir şeydir. Yazma uğraşı denilen şey; kendini ifade etme biçimi ve uğraşı olarak tarif edersek, mahpus olmuş insan gerçeği buna çok elverişlidir.
Hapiste yazılan metinler…
Hapishanelerde insanın aleyhine olan her şey, hapiste yazan mahpus yazarın yazma nedeni olmaktadır. Ama tüm bu yazmak için avantaj gibi gözüken ortamda özgürce, kaygısızca yazmak mümkün değildir. Bu nedenle hapiste yazılan her metin, yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir, kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum, kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku birçok kaygıdan biri olabilir ancak, korku dışsal; kaygı ise içseldir. Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir. Buradan söylemek istediğim şey şu, sansür korkunun, oto sansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Mahpusta yazarı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki…
Mahpus olduğum yıllarda “Kaygısız yazmalıyım” dediğimde bile kafamda birçok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şeyin başkaları tarafından okunduğunu, incelendiğini ve ondan sonra dışarı gönderildiğini bilmem vurgulamam gerekiyor mu?
Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin, diğeri ise birlikte kalıyorsan örgüte ait komisyondur. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’na (mektup inceleme komisyonu) bazen de idarenin MOK’a (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışarıdan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip ederdi. Bu sansürcü iki okuma ve inceleme komisyonu ardından sahibine ulaşırdı.
Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlarda ki yazma şevkini kırdı.
Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şey hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken, kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim oto sansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır.
Hapiste yazanın dünyası…
Yazmak eylemini okumaktan ayrı ele alacak olursak, hapiste yazmanın hiçbir avantajından bahsedemeyiz. Yazmayı kısıtlayan şartlarından konuşmaya başlarız. Bunun için de zaman, sihirli bir imkân olarak kucaklar bizi. Hapiste yazanın sihirli imkânı hapisliği boyunca zaman denilen şeydir. Zamanı bol mahpusun yat yat zaman geçmezinden, yaz yaz bitmezine çevirmek, hapiste yazan biri için en uygun ortam demektir.
Bazen 10 yıl, 20 yıl bir ömür derler. Günümüz Türkiye’sinde 10 yıl hapis yatan pek kaile alınmıyor artık. Çünkü 25 yıldır hapiste olanlar var aramızda. Bazen kendimle konuştuğum zamanlar oldu. Hapiste kaldığım 10 yılda ben mi kitapları okuyup bitirdim, yoksa kitaplar mı benim 10 yılımı yedi bitirdi. Belki her ikisi de doğrudur. Bu yıllarda bir şeyler okuyup yazarak, üreterek dışarı çıkabilmişsem, sanırım bunu her şeyden önce kitaplara borçluyum. Tanıdığım birçok insan hapishane koşullarında çeşitli hastalıklara yakalandı. Bazıları yaşamını yitirdi, bazılarının psikolojik dengesi bozuldu. Beni bu rahatsızlıklardan uzak tutan şey okumalar oldu. Hapishanede kitaplardan bir dünya kurmuştum kendime. O dünya belki hiçbir zaman var olmadı, ama ben varmış gibi yaşadım. Okumalardan ajandalar dolusu notlar almışım, zaman zaman baktığım oluyor. Yıllar önce aldığım notları yazılarımda kullandığım oluyor.
Bugünden dönüp geriye baktığımda uzun yıllar hapiste yapmış olduğum okumalar, entelektüel ilgi alanımı oluşturmuş. Dışarıya çıktığımda düşün dünyasından uzakta olmadığımı anladım. Şimdi yine öyle imkânlarım olsa başka okumalar da yapardım. Ya da zihin hamallığı yapmamak için daha seçici davranırdım. Karanlıkta el yordamıyla yolu bulmak gibi bir şey oldu benimkisi. Akıl hocalarım, referanslarım olmadı hiçbir zaman. Bir mahpusun çok da şansı yok bu konuda. Akademik öğretimler referanslı seçilmiş derslerden oluşuyor. Az kitapla çok yol alma denilen şey bunun sonucu olsa gerek. Şöyle geriye dönüp baktığımda, yakacağım, yırtıp atacağım notlarım olmadı.
Her edebi eserin, yoğunlaşmış duygular dünyasından oluştuğuna inanırım. Bu yönüyle düşünüldüğünde hapishane buna uygun bir mekândır. Bilemiyorum bana mı öyle geliyor, insan gördüğüne, dokunduğuna değil, göremediğine, dokunamadığına daha çok yoğunlaşıyor. Uzakta olduğu içindir belki. Uzak her zaman cazip, yakın ise acizdir. Bu yüzden yakınımızda olan değerli değildir çoğu zaman. İnsan ulaştığını değil, ulaşamadığını kurgular. Bir edebi metinde genellikle yapılmak istenen budur. Bazen hapiste yazmanın zorluklarından konuşulur. Bunlar daha çok dışsal nedenlerdir. Ama bu dışsal nedenler bile hapiste yazmanın konusu olmaya başlamıştır bile. İktidarların kapatmasına yönelik ciltler dolusu eleştirel değerlendirmelerde bulunabilirim, fakat beni daha çok insanın hapishanede kendi kendisini kapatması düşündürmektedir. Bir insan kendisini nasıl kapatır? Bu kapatma kişinin düşünsel dünyasıyla ilgili bir kapatmadır. Hapiste kaldığım yıllarda eleştirdiğim bir durumdu. Örgüt yapılarında çok gördüm böylelerini. Bir insanın zihinsel gelişiminin körleşmesi ancak bu kadar başarılabilirdi. Tekçi ve merkezci bir yönetme-yönetilme tarzının, insanları aynılaştırdığını yaşayarak gördüm. Kendi mantalitesinin dışına kapalı bir yapı düşünün. Bütün ‘en iyileri’ kendileri temsil ettiğinden dolayı sağdan ve soldan gelebilecek her şeye kapalı bir yapı. Bu kapalı yapılardaki bireyin durumunu gördükçe ürperiyordum. Son derece iradesizleştirilmiş, kendi olmaktan uzaklaştırılmış güdük bireyler çıktı ortaya. Bu gerçekliği dışarıda daha iyi gözlemledim. 10 yıl 20 yıl kapalı bir yapıda kendini kapatanlar daha sonra açılamadılar.
Tüm bu eleştiri konusu yaptığım şeylere rağmen hapishanelerde yazan bir kuşak oluştu. Bu konuda iyimserliğimi koruyorum. Tarihin her döneminde önemli edebi eserler kırılma dönemlerinde ortaya çıkmışlardır. Bu ülkede de bunun böyle olacağına inanıyorum. Bu süre uzun olabilir ama kendi edebiyatını yaratacaktır.
Mahsus Mahal dergisine gelen şiir ve öykülere bakılırsa 12 Eylül dönemlerine nazaran daha nitelikli ve edebi metinlere daha yakın duruyorlar. Yakın bir döneme kadar (bu dönem bütün bir 12 Eylül sonrasını kapsayan bir dönemdir) şiir ve öykülere bakıldığında siyasi propagandanın öne çıktığını görüyoruz. Bu kaba propagandacı dil, yazılan ürünlerin edebi niteliğini düşürüyordu. Bunda dönemin siyasi atmosferi elbette ki etkileyici oldu. Sosyalist gerçekçi, parti edebiyatı güzergâhında düşünülüp yazılan bir dönem olarak özetleyebiliriz. Sovyet edebiyatının kötü bir taklidinden ibaretti. Teorik tartışmalara girmek istemiyorum ama edebiyat tarihi, sosyalist gerçekçi edebiyatın sınıfta kaldığını göstermiştir. Bütün Sovyet dönemi edebiyatı talimatlarla belirlenmeye çalışıldı. Bu da edebiyatı kısırlaştırdı. Türkiye’de ‘80 lerde devam eden parti edebiyatı denilen şey ‘90’larda da örgütsel yapılarda sürdürüldü. Ve Türkiye edebiyatında sol örgütlerde 30 yıldır önemli edebiyatçıların çıkmamasının önemli nedenlerinden birinin de, bu anlatmaya çalıştığım anlayışla ilgili olduğunu düşünmekteyim.
Aytekin Yılmaz – edebiyathaber.net (22 Ağustos 2017)