Merce Rodoreda, orijinal adıyla “La plaça del Diamant” olan “Güvercinler Gittiğinde” romanında 1930’lu yılların Barcelona’sının gündelik yaşamından geçen ve okuduktan sonra artık daima hayatımızda olacak bir anlatıya yer açıyor. Roman, İspanya İç Savaşı’nın sıradan insanların hayatlarında yarattığı kırılmanın edebi söylencesini öyle incelikli kurmuş ki; bu inceliğin değme politik tahlillerin kaldıramayacağı ağırlıkta olduğunu söylemekte fayda var. Katalanca aslından Türkçeye Suna Kılıç tarafından çevrilen eseri, Alef Yayınevi yayımlamış. Vasat bir metin düzenlemesine karşın iyi bir çevirinin peşine düştüğünüzde, romanın kahramanı Natalia ile tanışıyorsunuz.
Rodoreda, adeta sırrı sizde bir ömür kalacak bir mevzuyu, yine size bırakılan bir defterden okumanın sersemletici heyecanıyla açıyor. Farklı coğrafyaların ve zamanın getirdikleri İspanya’dan Türkiye’ye- tedirgin edici bir aşinalık taşıyor.
An içinde Natalia’ye kocası Quimet’in, “Colometa” namıdiğer güvercin diye seslenmesiyle başlayan bir ürkekliği kuşanıyorsunuz. Koca Quimet’in buyurgan, ezici uzanışları, neyse ki Natalia’yi Cintet, Mateu, Griselda ve Senyora Enriqueta’nın taş kadar keskin dolu tanelerine benzer varlıkları sayesinde diri tutuyor. Natalia’nin Rita ve Antoni’yi dünyaya getirmesinden sonra tatlı sandığının başındaki halini özlediği bir geçmişi var.
Kocası Quimet’in güvercinlere olan düşkünlüğüyle kurulan koyu maviye boyanmış güvercinlikle, halfa doldurulmuş kuluçkalıklarla, cins cins güvercinlerle doldurduğu bir eve sığma çabası, hikayeye yağmur yüklü bir bulutun kahrını yavaştan taşımaya başlar. Yazarın, Natalia için dediği gibi o içinde bulunduğu hayat şartlarında sadece yapılması gerekeni yaparak; bir gerginlik spazmı gibi gittikçe Quimet’ten uzaklaşır. Quimet ise hayatın getirdiğinden daha fazlasını yapmak için Katalonya’nın bağımsızlığını savunan bir escamot, savaşçıdır artık. Quimet belinde bir revolver, omzuna asılı çift namlulu bir tüfekle Arago cephesine gider. Toz toprak içinde yiyecek yüklü, uyumaya gelir bazı geceler. Barışı getirmek için “böyle bir tarih parçasına bulaşmak zorunda kalmanın hüznünü” yaşar, “savaş bittiğinde bir kurdun ağaca yerleşmesi gibi evde oturup kalacağını, hiç kimsenin onu bir daha dışarı çıkaramayacağını” söyler durur. Natalia, Cintet’le Quimet’in “erkek gibi öldüklerini” söyleyen bir milisin sesinden barışın çok sessiz ve neredeyse duyulmayacak kadar uzaklaştığını fark eder. Rodoreda’ya göre bu bir “aşk romanı” ise mezar taşları arasından akan bir duygu selini düşleyebiliriz. Ama öyle olmaz. Yas tutmak bir aşk romanı için hep mümkün, hep güçlü bir arzu iken üstelik. Natalia, Quimet’in “maymun gözleri”yle sakince kucaklaşır, patikadan açık bir alana çıkar gibi. Mateu, meydanın ortasında kurşuna dizilse de Gran Caddesi’ndeki vitrinler uzanır boylu boyunca, çocuklarının ilk komünyonları bile yapılır kilisede. Bir şifacı gibi tuzlu su rüzgarı estirir Aktar Antoni. Yaraları iyileşir ikisinin de. Paslanmış ve bükülmüş bir çividen kurtulan bir pencere gibi açılır Diamant Meydanı’na ve hep “… dünya kederle dolu olsa da bir parça neşeyle kurtulacak birisi vardır.”
Yonca Güneş Yücel – edebiyathaber.net (12 Eylül 2017)