Söyleşi: Can Öktemer
Antropoloji bilimi uzun yıllar ırkçı ve milliyetçi söylemin içerisinde yer almıştır. Özellikle 1930’lu yıllarda Nazi’ler antropolojiyi kendi ideolojik bakış açılarına göre araçsallaştırmaya çalışmalardır. Bu sebeple antropolojinin sicili uzun yıllar hep sorunlu kalmış ve sosyal bilimler içerisinde hep yüzeysel olarak ele alınmasına neden olmuş. II. Dünya Savaşı sonrasında devletlerin kendi ırkçı geçmişleriyle yüzleşmeye başlamalarıyla beraber antropoloji de bu sorunlu geçmişinden kurtulmuş oldu. Türkiye’de 1930’lu başlarında başlayan antropolojik çalışmaların da, dönemin ırkçı ve milliyetçi söyleminden uzak bir yerde durmadığına dair yaygın bir görüş hakimdir. Geçtiğimiz günlerde Hasan Münüsoğlu’nun Heretik Yayınları’ndan çıkan Irk Lekesi / Türkiye’de Antropolojinin Kurulma ve Kurumsallaşma Sorunlarına Tarihsel Bir Yaklaşım: DTCF Örneği isimli kitabı Türkiye’de yapılan ilk antropolojik çalışmaları merkeze alıyor. Münüsoğlu, bu anlamda Dil, Tarih Coğrafya Fakültesinin antropolojik alanında uzmanlaşmış hocalarının çalışmalarına odaklanıyor. Bu hocaların, çalışmalarının 30’ların ırkçı ideolojisiyle nasıl bir benzerliği olduğunu, resmi ideolojiye yakın bir ilişkilerinin olup olmadıklarını ele almış. Bununla beraber Münüsoğlu, kitap boyunca antropolojiye dair yüzeysel bakış açısını yıkmaya çalışmış. Hasan Münüsoğlu ile son kitabı üzerine konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde Heretik Yayınları’ndan çıkan Irk Lekesi isimli kitabınız yayınlandı. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitap Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünde Tayfun Atay danışmanlığında hazırladığım yüksek lisans tezimine dayanıyor. Ancak tezi olduğu gibi yayımlamak yerine hem bazı değişiklikler yaptım hem de kitap formatına uygun hale getirmeye çalıştım. Araştırmanın başlarında Afet İnan’ın antropolojik çalışmalarını incelemeyi planlıyordum ancak bu konu iyi bir tartışma ortamı sunmasına rağmen sınırlılığıyla bir tezin yazılması için yeterli materyal sunmuyordu. Bu yüzden araştırmanın kapsamını genişleterek, Türkiye antropolojisinin kurucu figürleri olan Şevket Aziz Kansu, Seniha Tunakan, Nermin Erdentuğ ve Muzaffer Şenyürek’i de konuya dahil ettik. Tezin kitaplaşması ise Kudret Emiroğlu’nun teşviki ve yardımları sayesinde oldu. Ardından da lisans yıllarından arkadaşım olan ve tezi bilen editör Emek Erez’in önerisiyle Heretik Yayınevinden kitaplaştı.
Antropolojinin özellikle ırkçı, milliyetçi ideoloji için bir tür araçsallaştırılıp yanlış anlaşıldığı bilinmektedir. Siz antropolojiyi nasıl tarif edersiniz?
Antropoloji “İnsanî olan her şeyi inceleyen, yorumlayan ve karşılaştırmalar yapan bir bilim.” Genel anlamıyla antropoloji üretimleri ve kalıntıları dahil olmak üzere insanı biyolojik ve kültürel özellikleriyle ele alır. Bu bütüncül yaklaşımı onu, diğer bilimler arasında biricik (unique) kılar. Bu yüzden olsa gerek, erken dönemlerinde antropolojinin, ırkçı yaklaşımların bir bilimi olarak kullanıldığını görüyoruz. Tarihsel olarak düşünüldüğünde deri rengi, saç veya yüz özellikleriyle farklı görünen “öteki”nin davranışsal olarak da farklı oldukları fikri neredeyse insanlıkla yaşıttır. Ancak Avrupa’da bu fikir kurumsallaşmış ve Avrupa’nın siyasi gücüne paralel şekilde gelişme göstermiştir. Dolayısıyla onun kolonyal dünyasından resmettiği insanlar “vahşi”, “pis” ve “çirkin”dir. Bu bakımdan “ırk” ve “kültür” özdeşliğinin antropolojiyle kurulduğu iddiası yanlıştır. Ama antropolojiyle birlikte hâlihazırda sahip olunan “ırkçı” düşüncenin “bilimsel” yollarla kanıtlanması amaçlanmıştır.
Antropolojinin ırkçılıkla en yoğun ilişkisinin 1930’lu yıllar olduğu söylenebilir. Bu yıllarda antropoloji ve ırkçı milliyetçi ideoloji arasında nasıl bir ilişki vardı?
1930’lu yılları “iki yıkım arası dönem” olarak görmek mümkün. Çünkü bu yıllarda yaşanan gelişmeler, ilk yıkım olan Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak ortaya çıkmış ve ikinci yıkımın yani İkinci Dünya Savaşı’nın sebebi olmuştur. Az önce de belirttiğim gibi “ırkçı” düşünce her daim var olan bir şeydi. Kölelikle, katliamlarla ve birçok pratikle iktidar sahibi unsurların elindeki silahtı. Diğer taraftan daha “hümanist” ve “vicdanlı” olan kesimler de, “ilkel”e “vahşi”ye güzellemeler yapanlar da bu ırksal ayrımı reddetmiyorlardı. Başka bir ifadeyle “ırk” hem bilimsel hem de felsefi olarak dönemin bir gerçeğiydi. Ancak 1930’lu yıllarda ırkçılık “evin içine” girdi. O zamana kadar siyahilere, Çingenelere, yerlilere karşı uygulanan ırkçı şiddete beyazlar da maruz kalmaya başladı. Irkçılığın bir tehdit olarak algılanması da bu zamandan sonra oldu. Peki bunu uygulayan kimdi? Almanya. Birinci Dünya Savaşında büyük kayıplar vermekle kalmayıp, diğer devletler tarafından anlaşmalarla aşağılanan ve özgüveni yıkılan bir ülke Almanya. İşte ırkçı ideolojiyi merkeze alan ve uygulamaktan çekinmeyen Adolf Hitler’in ortaya çıkması ve iktidar olması bu yüzden tesadüf değildir. Hitler 1930’lu yıllarda antropolojiyi hem kendi Aryan ırkının yüceliğini göstermek hem de diğer ırkların aşağı konumlarını ispat için kullandı. Hatta Yahudiler dâhil birçok grubu “nesneleştirdi.” Bu Almanların kaybolan özgüvenini, en azından o dönemde, kazanmaları için uygulanan bir yoldu ve yakıcı ve yıkıcı şekilde başarılı oldu. Bu süreç sonrasında ancak “ırk” kavramı dünyada tartışılır konuma geldi.
Türkiye’de antropoloji çalışmaları ilk olarak hangi dönemde başladığı söylenebilir?
1800’lerin sonlarına doğru insanın kökeni araştırmaya dair bir ilginin olduğunu ve bu yönde tercümelerin yapıldığını biliyoruz. Ama bir uzmanlık alanı olarak antropolojinin kurumsal şekilde faaliyete başlaması 1925 yılında İstanbul’da kurulan Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkeziyle olmuştur. Bu merkez Türk Antropoloji Mecmuası isimli bir de süreli yayın çıkarmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezinde antropoloji alanında uzmanlaşmış bir bilim insanı yoktur. Bu bakımdan Türkiye’nin ilk antropoloji doktoru olan Şevket Aziz Kansu’yla birlikte tam anlamıyla antropoloji çalışmalarının başladığını söylemek mümkündür.
Bilindiği üzere erken dönem Cumhuriyet döneminde toplumun her alanında bir inşa süreci vardı. Arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dalları ise yeni bir ulus devlet inşasında araçsallaştırılmıştı. Bu inşa süreci gerçekleşirken araştırmalar hangi bilimsel verilere dayandırılıyordu?
O dönemlerde kullanılan verilerin bilimselliği tartışılır. Ancak göz ardı edilemeyecek şekilde önemli bir kaynak birikimi sağladığını ve bunların günümüzde dahi kullanılabildiğini söylemek gerekir. Farklı etnik grupların mezarlıklarındaki iskeletler üzerinde yapılan ölçümler, arkeolojik kazılar, tarihsel dökümanlar ve Afet İnan’ın tezi için olduğu gibi yaşayan insanlar üzerindeki antropometrik araştırmalar yeni kurulan ve kurumsallaşmaya çalışan ulus devlet için argüman olarak kullanıldı.
Türkiye’de erken dönem antropoloji çalışmalarının hep devletle ve resmi ideolojiyle beraber yürütüldüğü gözlemleniyor, bu bağlamda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin işlevi neydi? Antropolojinin resmi anlatılarının dışına çıkıp tamamen bağımsız bir bilim olduğu dönem ne zamandı?
Biraz iddialı gözükebilir ancak Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin kuruluşundaki “temel” antropolojidir. Diğer disiplinler bu bilim dalının çevresinde kendilerine yer bulmuşlardır. Fakülte bir bakıma genç cumhuriyetin ideolojisinin 1930’larda geliştirdiği ve ideolojinin bilimsel ayağını oluşturmaya çalıştığı bir sürecin kurumsal çıktısıdır. Türk Tarihinin Ana Hatları ders kitabıyla başlayan, Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi ile ilan edilen devletin resmi tarihinin mekânı olarak tasarlanmıştır. Bu sebepledir ki Sümeroloji, Hititoloji disiplinleri Fakültede kendilerine yer bulmuştur. Böylelikle DTCF’de üretilen bilgiler sayesinde resmi söylemin iddiaları bilimsel bir zemine oturtularak, Türkiye’de yaşayan ve yaşamış olan grupların büyük bir kısmının ortak köklerden geldiği ve Türklerin Anadolu’daki kadimliği gösterilerek coğrafya üzerindeki hâkimiyetinin meşruluğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Böylesi bir süreçte Fakülte tam anlamıyla bir ideolojik aygıt işlevini başarıyla yerine getirmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Irk paradigmasının çökmesi, ırkçılık karşıtlığının bir norm haline gelmesiyle birlikte devlet açısından antropolojinin gözden düştüğünü ve bir bakıma kendi kabuğuna çekildiğini görüyoruz. Bu noktada antropoloji ne kadar bağımsızlaşmıştır emin değilim ancak daha “bilimsel” hale geldiğini söylemek mümkün. Ancak diğer taraftan, etnolojinin çalışmalarının bu yıllarda daha görünür hale geldiği, ırk tartışmasının bilimsel düzeye gerilediği ve günceli takip edecek şekilde genetik araştırmaların da gündeme alındığını görmekteyiz.
Kitapta Türkiye antropoloji tarihinin önemli hocalarının bu bilime bakışlarını ve çalışmalarını irdeliyorsunuz. 1930’lu yıllar başta Nazi ideolojisi olmak üzere ırkçı söylemelerin yükselişte olduğu bir dönem, bu söylemin izlerini antropoloji biliminde de görmekteyiz. Araştırmalarını incelemeye aldığınız Türkiyeli akademisyenlerin çalışmalarında ırkçılığa varan bir söylem gözlediniz mi?
Evet, dönem antropologlarında ırkçılığı doğrudan veya dolaylı şekilde görmek mümkün. Özellikle Şevket Aziz Kansu ırkçı yaklaşımı en açık olan antropolog. Kansu’nun metinlerinin içinde dolaylı olarak görülebilen ırkçı ve öjenik görüş, “bio-sosyoloji” başlıklı makalesinde net bir şekilde dile getiriliyor. Kitapta da bu makalesini irdelemeye çalıştım. Bu o kadar önemli bir konu ki Ülkü gibi bir bakıma devletin yayın organında dile gelebiliyor. Bu da beni “devlet öjenik, ırkçı görüşlerin beyan edilmesinde bir sakınca görmüyor” yorumuna getiriyor. Ama burada şunu da belirtmek lazım; Şevket Aziz Kansu bir Nazi hayranı ya da destekçisi değil. En azından metinlerinde bu yok. Onun ırkçılığı, “bilimsel verilerin kesin ve mutlak” olduğunu kabul etmesinden kaynaklanıyor. Yani onun rasyonel ve pozitivist yaklaşımıyla tutarlı. Dolayısıyla Kansu, “ırklar hiyerarşisini” mutlak olarak kabul ediyor ve bunu sorgulama ihtiyacı hissetmiyor. Diğer taraftan gerek Afet İnan’da gerekse Seniha Tunakan’da ırkçı eğilimler var. Ancak Seniha Tunakan kendi cümleleri yerine Eugen Fisher gibi hocalarının görüşlerini dile getiriyor. Afet İnan ise özellikle öjeni konusunu önemsiyor. Hatta eğitimde bunun uygulanması gerektiğine inanıyordu. Bu noktada Muzaffer Süleyman Şenyürek’i zikretmek lazım. Bir tarafta ırkçı eğilimli antropologlar bulunurken, Şenyürek ısrarla ve bilimsel argümanlarla ırk konusunu tartışmış ırkçılık karşıtı bir pozisyon alarak o günlerde oldukça cesur girişimlerde bulunmuştur. Dolayısıyla Muzaffer Süleyman Şenyürek antropolojinin ırk ile olan ilişkisini kesmeye çalışan Türkiye’nin ilk antropologlarındandır.
Tayfun Atay, kitabın giriş yazısında yıllar içerisinde Batı ülkelerinin antropolojinin ırkçılık geçmişini temize çektiklerini ve onunla yüzleştiklerini bahsetmekte lakin aynı yüzleşmenin henüz Türkiye’de gerçekleşmediğini söylüyor. Siz bu durumu neye bağlarsınız?
Ne yazık ki Türkiye’de hangi konu olursa olsun geçmişin eleştirisi pek yaygınlaşmadı. Özellikle siyasetin bu konuda bir yol açma noktasında belirleyici olduğunu düşünüyorum. Biz genellikle geçmişin üstünü örtmeye, eğer gündeme gelirse de, yapılanları savunmaya çalışıyoruz. Böylesi bir davranış içerisinde değil yüzleşmek sorunlu bir meselenin varlığını dahi tartışmak pek mümkün olmuyor. Buradan hareketle Türkiye’de antropoloji kurucu resmi ideoloji tarafından oluşturulduğu ve bir misyonla çalışması sağlandığı dikkate alındığında, antropolojinin bir eleştirisini yapmak aynı zamanda resmi ideolojinin de eleştirisini beraberinde getirir. Ki, resmi ideolojiyi/tarihi eleştirmek yakın zamanlara kadar çok kolay bir şey değildi. Siyaseten yaşanan değişim bunu mümkün kıldı demek, daha önceleri yapılan eleştirilere ve yazarlara haksızlık olur ama siyasi atmosferin değişimi sayesinde kimi konular tabu olmaktan çıkıp tartışma gündemine alındığı pekala söylenilebilir. (Tabi bugünlerde başka yeni tabularımız var. Tabusuz iktidar pek mümkün olmuyor demek ki) Bu genel bir nokta. Diğer taraftan antropolojinin özelinde de bakmak gerekir. Antropoloji, Tayfun Hocanın ifadesiyle “erken bir doğum”la ortaya çıktı ancak “gecikmiş bir büyüme” yaşadı. Dolayısıyla antropoloji uzun yıllar kenara itilmiş bir halde var olmaya çalıştı. Ve son yıllarda iyi bir büyüme sağladı. Böylelikle yukarıda da söylenilen ortamın değişmesinden de yararlanarak, antropoloji birikiminin masaya yatırılması mümkün oldu. Ayrıca geçen bunca yıl bir gecikme olsa da konunun daha soğukkanlı ve ayakları yere basan eleştirel incelemeye katkı sağladığını düşünebiliriz.
Türkiye’de antropoloji bilimi uzun bir süre resmi ideolojinin sınırları dahilinde yer almıştır. Bu bağlamda resmi söylem içerisinde kalan antropoloji ilmi çalışmaları ne kadar başarılı olmuştur?
Aslında neredeyse bütün bilimler, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada resmi ideolojiler tarafından kullanılmışlardır ve hala da kullanılmaktadırlar. Bununla ilgili pek çok yayın bulmak mümkün. Burada sorun bilim alanlarında değil, buna katkı sunan bilim insanlarındadır, eğer bu bir sorunsa. Örneğin pek çok ırkçı antropoloğun karşısına ilk çıkanlar yine antropologlar olmuştur. Ama ne yazık ki kötü olanın izi kolay kolay silinmiyor. Ben de bu sebeple kitaba “ırk lekesi” adını verdim. Eğer tersten bir okuma yaparsak, ilk dönem Türkiye antropolojisi “ırk” fikrinin insanların zihnine işlemeyi, onlara kabullendirmeyi ve yaşamlarına uyarlamalarını amaçlamıştı ve bunda oldukça başarılı oldu. İnsanlar hala yeri geldiğinde yüz yıllık argümanları kullanabiliyor. Sümerlerin, Hititlerin Türk olduğunu iddia edenlere bugün dahi rastlamak mümkün. Siyahilerle Beyazlar arasında nitelik farkının olduğunu iddia edenler az değil. Bilimsel olarak başarıları ise elbette yoktur. O eski çalışmaların üstlerine sünger çekildi ve orada eskimeye bırakıldı. Kaldı ki bu daha 1940’lar gibi erken bir tarihte gerçekleşti. Ardından 1960’lara kadar yani yaklaşık 20 yıl biyolojik antropolojinin çok görünmemesi de bu yüzdendir. Bu boşlukta etnolojinin kendisini yetiştirdiğini görüyoruz. Bugünün antropolojisinin, DTCF’deki folklorun temelleri de bu sayede atıldı.
Son dönemde 1930’lu yılları andıran, sınırların yeniden çizildiği, göçmen karşıtlığının yükseldiği bir milliyetçi, ırkçı söylemlerle karşı karşıyayız. Bu bağlamda burada üretilen ırkçı söylemin asıl dayanak noktasının kültürel farklılıklar olduğu söylenebilir mi? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Bir bakıma ırkçılık hiç ölmemişti ama üstü örtülüydü. Son yıllarda artan göçler ırkçıların sindikleri yerlerden açık alanlara çıkmalarını sağladı. Uzun yıllar marjinal sayılan, genellikle gece yarısı kundaklamalar yaparak yabancılara korku veren ırkçılar legal siyaset içerisinde ve kitleselleşerek daha görünür konuma geçtiler ve gün geçtikçe aldıkları destekle birlikte daha özgüveni yüksek hale geldiler. Ancak buradaki ırkçılıkla 1930’lu yılların ırkçılığını aynı görmemek gerekir. Irkçılık da bütün siyasal ideolojiler gibi dinamik bir karaktere sahiptir ve güncel şartlara uyum sağlar. Temeldeki ayrımcı ve insan grupları arasındaki hiyerarşi inancını sürdürmekle birlikte, bugün Avrupa’da gördüğümüz ırkçılık insanların kafatasını ölçüp, kan gruplarına bakmıyor. Diğer taraftan resmi bir kurum tarafından en azından açık şekilde desteklenmiyor. Bu aslında çok daha tehlikeli bir durum yaratıyor. Çünkü sivil ırkçılık kitleleri rahatlıkla manipüle edip kontrol dışına itebilir ve kaotik bir ortama sebep olabilir. Karşınızda bir muhatap olmadığı için böylesi bir hareketle mücadele de zorlaşır. Bugün Avrupa’daki ırkçılar tıpkı selefleri gibi, halkın gündelik yaşamlarındaki olumsuzlukları ön plana çıkartıp göçmenleri de bu durumların sebebi olarak göstermektedir. Gündelik rutini kötüye giden kitleler de bu ayrımcı siyasetin aktörlerinin etkisinde kalarak ırkçı yönelimlere destek vermektedirler. Kaldı ki ayrımcı söylemi kabullenmek daha kolaydır çünkü bir noktada kötü dedikten sonra devamında yeni cevap arayışlarına ihtiyaç duyulmaz. Bu sebeple uzaktan sempatik görünen kültürel gruplar komşu haline geldiğinde, pek hoş karşılanmamaktadırlar. Tıpkı Türkiye’de Suriyeli göçmenlere yönelik gelişen söylemde olduğu gibi. Bu söylemin Avrupa’daki örneklerden çok da farklı olmadığını görüyoruz. Aynı dine sahip olmak da ırkçılığın karşısında bir engel oluşturmuyor.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (7 Aralık 2017)