Dönüşen bir yolculuktan söz ediyorduk onunla. Yazılan metinlerin arenasında gezinirken, neyin/neden oldurulamadığına da dönüp bakar, düşüncelerimizi taşırdık birbirimize.
Kuşkusuz onunla bizi buluşturan okuma zamanlarıydı öncelikle. Öyle ki; okumadığı yerde duran bir “kök – anlatı”nın çevresinde dönenirken mutlaka yan bilgilerin gerekliliğinden söz ederdik. Bunları da çoğunlukla mektuplarımızda taşırdık birbirimize.
Yakın zamanda okunan, altı satır satır çizilen bir metnin yorumu/sorularıyla yeni düşünceleri içeren mektuplar yön haritamızdı adeta.
Gel zaman git zaman 1980’lerin karabasanı her yeri sarınca, kabuslar yaşandı. Yalnızca çözülmeler değil ayrılıklar da başladı düşlerde, düşüncelerde.
Onun öğretide Lenin, tutku ve tutumda Antonio Gramsci tavrı adım adım kaybolmuştu. Ama bunu da ancak o hapishaneden çıktığında sonra görüp, fark edebilecektim.
Kesişme/buluşma noktalarımızı bize yitirten askeri darbenin ardından dünyada yaşanan dönüşüm ise sanki bu kopuşu hızlandırmıştı.
Ortak bir dostumuzun “hiç görmesen, konuşmasan daha iyi,” sözüne aldırmadan buluşmuştuk. Onun sözünü etmek istediği “hayal kırıklığı”nın bir insanın bedenini sari, habis bir hastalık gibi ruhunu nasıl kemirdiğini görecektim.
Görmek inanmaktır belki de. Yaşamak hissetmek duygusunun büyük kapısı. Sanki “gerçek”e inananların o kapıdan geçmesi gerekiyordu.
Yıllar önce onun, Gramsci’nin “Hapishane Defteri”nden uzun bir alıntı yaparak gönderdiği mektubunu hatırlıyorum. O alıntıyı yeniden kitaptan okuyunca ister istemez günümüz aydınlarının ve seçkinlerinin durumunu düşündüm.
Gramsci şunları yazmıştı:
Halktan bir kişi “duyar” ama anlamaz ya da bilmez her zaman; aydın kişi “bilir” ama anlamaz; hele “duymaz” her zaman. İki uçtan birinde bilgiçlik ve dar kafalılık, ötekinde de kör tutku ve bağnazlık görülür. Bu, bilgiçin tutkusuz olduğu anlamına gelmez. Tersine, tutkulu bilgiçlik, gemi azıya almış bağnazlık ve demogokluk kadar gülünç ve tehlikelidir.
Aydının yanılgısı anlamadan, hele duymadan bilgiye erişebileceğini sanmasıdır. (Yalnız bilginin kendisi değil bilginin konusu da). Sanılır ki aydın, ulusun halk kesiminden ayrı ve kopuk olur, halkın ilksel tutkularını duymaz, bu tutkuları belirli bir tarihsel durumun içinde açıklar ve buna uygunluğunu saptar ve bunları diyalektikçe tarihin yasalarına, yüksek bir dünya görüşüne bağlar; bilimsel ve bütünleşmiş bir yöntemle, “bilgi”yi yoğurursa gerçekten aydın olacaktır. Bir tutku olmazsa, yani aydınla ulusun halk kesimi arasında bir duygu bağlantısı olmazsa tarihsel bir politika olmaz.” (*)
Şimdi, hem Ekim Devrimi’nin 100. Yılını hatırlar/hatırlatırken insanların giderek inançsızlığa/hayal kırıklığına nasıl saplandığını da derinden görebiliyordum. Yirmi yıl öncesinden inanılan düşünce sizi şimdi nasıl hayal kırıklığına sürükleyebiliyordu. Slojov, Zizek, Lenin ve Ekim Devrimi üzerine yazarken şunu söylüyordu:
“Etraflıca kafa patlatmak dirence yönelik kafa yormaktır, onu bir engel olmaktan çıkarıp analizin bir uğrağına dönüştürmektir ve bu dönüştürme has Hegelci bir anlamda öz-düşünümseldir. Direnç özne ile nesne, geçmiş ile şimdi arasında bir bağlantı, sadece geçmişe takılı kaldığımızın değil, bu takılıp kalmanın öznenin libidinal ekonomisi içindeki mevcut çıkmazın da bir sonucu olduğunun kanıtıdır. “
Geçmişte takılıp kalmayı “dönüştürememe”ye bağlamalı sanki!
Öyle ya, bir toplum çözülürken birey de olduğu yerde duramaz.
Gene de, “geri” ya da “döneklik” le tanımlanan bir duruş ise bir yabanlık halinin yansımasıdır. Ki; İsmet Özel, kendi masalını anlattığı “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” de bunu açıklıkla da dile getirecektir.
“Kaybolmak, nereye gideceğini bilememek, yani her yere gidebilmektir. Demek ki kendimizle ilgili masalı yıkma çabamızla gerçeğin bütünüyle egemen olmasını sağlamayabiliriz, ama masal yıkıldığı oranda gerçeği hangi yönde bulacağımız da belirginleşecektir, en azından artık bizim kaybolmamıza sebep olacak yönlerden kurtulacağız.” (s.16)
Özel’in bu düşünceleri ise bir dönüş öyküsünün yönelişini de anlatmaktadır.
Burada biraz kendine, ait olduğu yere, coğrafyaya, duyguya ve geleneksel yaşama dönüş arzusu, isteği vardır.
Bunu “kendi olmak” diye de nitelendirebiliriz.
Değişse, dönüşse de insan; tek değişmeyen değişimin kendisidir demiyor muydu Herakleitos. Öyleyse, bütün bu sığlıklardan, hezeyanlardan arınarak gitmeli insan birbirine. Ve yazara/yapıta, düşünceye, duyguya.
Çünkü taşıyan bir bakışı/düşünüşü/duygusu olmalı insanın.
*Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri; Çev.:Adnan Cemgil, 1975.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Aralık 2017)