Mutlu sondan yeni bir başlangıca | Funda Dörtkaş

Aralık 15, 2017

Mutlu sondan yeni bir başlangıca | Funda Dörtkaş

Gündelik hayatı değiştirme arzusu, bireysel olarak sınırlı kaynakların hakikatiyle yüzleştikçe, insan denen varlık kendi gerçekliğine yabancılaşarak, beyhude bir çabayla yeni mekânlarını yaratmak için uğraşır. Yıkarak ve bozarak… Bu çaba esasen Adorno’nun belirttiği gibi kendi sahnesi üzerinde anlaşılabilir[1]: Artık bir barınağın olanaksızlığı, içinde yaşayanlarla hiçbir bağı olmayan, işlevsel, zevksiz yaşama kutularına hapsolmayı zorunlu hale getirir. Ev, geçmişte kalandır. Kendini “evinde” hissetmemek ve yaşadığı mekânı “evi” olarak görememek, duyumsayamamak ahlaki bir özelliğe de sahiptir. O, hepimizin diline yerleşen tek cümle, varolanla değiştirilmek istenen arasında, anlam katarak tutunmaya çalıştıklarımızın üzerine yazılır: Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz.

Özellikle son yıllarda herkesin sonucunda olmasa da nedeninde birleştiği kentten uzaklaşma fikri, yeknesak bir hayatı yalınlığıyla güzelleştireceğini düşündüğümüz evlerin, o evlerin içinde kurulacak geniş sofralarda, şehirdeki gündelik akışkanlığın kusursuz bir yabanilikle ezberlettiklerini birlikte unutacağımız yeni insanların, yeşil, sessiz, sakin köylerin arasına yerleşiyor. Adına kentsel dönüşüm denen sistematikleştirilmiş yıkımın nesneler dünyasına biçtiği rol, keskin ve kesin bir hunharlıkla beslendikçe, yaşamı ve bireyi umursamayan yeni düzen, eskiyi ikame edecek yeninin harcını yok etme ideolojisiyle karıyor. Kentin tasfiyesi, tüm ihtişamıyla kurulan şantiyelerin gürültüsü eşliğinde kutlanırken, bireysel alanımız da giderek daralıyor.

“Demir kaydıraklardan boşaltılan taşlar, tuğlalar, beton parçaları, camlar, çerçeveler. Önce gökyüzünü yırtarak gelen bomba sesi. Süratle yaklaşan, huzursuzluk yüklü uğultu. Ve yükün demir konteynerlere inmesiyle şiddetli patlama. Sonra yeniden aynısı. Sonra yine. Beton bombardımanı altında bir şehir.”

Hakan Bıçakcı, Uyku Sersemi adlı kitabında bu hakikatin odağında, geçmişte kalan yaşamsal bir mekân olarak evin toplumsal mülkiyet ilişkilerinin aracılığıyla nasıl ortadan kaldırıldığını, gündelik hayatın görünümünün, dokusunun, içeriğinin nasıl başkalaştırıldığını, kentsel dönüşüm denen ve gereksinimmiş gibi gösterilen ihtiyaçlarla nasıl manipüle edildiğini, ve bireyin yerinden edilmiş, sınırları değiştirilmiş bir yaşam pratiğini benimsemeye nasıl  mecbur bırakıldığını anlatıyor. Kent dönüştükçe değersizleşen, silikleşen, yabancılaşan bireyin yaşadığı değişim, kitabın ana karakteri Kahraman’ın hissettiklerinde ve yaşadıklarında cisimleşiyor. Yıkımın, yerine yenisini ve daha güzelini koyacağı şiarıyla çıktığı yolun, birbiriyle aynı, sıradan ve öncesiyle kıyaslandığında daha çirkin yaşam alanlarının varlığıyla nihayetlenmesi, kenti ve bireyi farklı şekillerde yok ediyor. Uyku Sersemi, hem kurgusuyla hem de anlatıcının kent ile kurduğu ilişkinin niteliğiyle gündelik hayatın eleştirisini de barındırıyor.

Toplumsal üretime yön veren ve yine toplumsal kaynakların bölüştürülmesini sağlayan bir üretme tarzı olarak kültürün, insanın kendi hayatını yeniden üretmesine olanak tanıyan ideolojik ilişkiyi beslediği yer olan gündelik hayata ait özellikler çeşitlendikçe karşıtlıklar birbirine ekleniyor. Başlıca ilişkiler yeniden düzenleniyor. Öznel ile dünyevi olan arasındaki çatışma, mekânı ve zamanı yineliyor. Bu döngü aynı zamanda toplumsal uzamı tekrar tanımlamaya yol açıyor. Böylece insanın varlık alanı üzerinde biçimlenen, bireysel ve toplumsal yaşamı şekillendiren bir özne olarak uzam, üç aşamalı bir boyuta sahip oluyor. Algılanan, tasarlanan ve yaşanan uzam[2]. Dolayısıyla artık dışsal bir alan şeklinde tanımlanamayacak olan uzam, bizzat gündelik hayatın geçirdiği dönüşümün öznesine evriliyor. Hakan Bıçakcı’nın Uyku Sersemi kitabında yarattığı uzamın böylesi bir ard alanı da kapsadığını söylemek sanırım yanlış olmayacak. Üç bölümden oluşan kitapta (ki bu bölümleri de ayrı uzamlar olarak değerlendirebiliriz), gerçek ve rüya arasındaki parçalı yapı gündelik hayatın uzamlarını kimi zaman esnetip genişleten kimi zaman daraltıp büken niteliklere sahip. Mutlu sonla başlayıp yeni bir başlangıçla tamamlanan kitabın Kahraman Kara ile vücut bulan yaşanan uzamı, bir yandan müzik, film ve kitap listeleri aracılığıyla tasarlanan uzama bir yandan da kentsel dönüşümün gürültüsüne ve yıkımına ait algılanan uzama ekleniyor. Bıçakcı, anlatıcı olarak Kahraman Kara’nın huzursuzluk ve tedirginlik duygularını besleyen hiçbir yere ait hissedemeyişine, şehrin değişiminin ürkütücülüğünü ekliyor. Kitabın her bir bölümünü başlatan paragrafa giriş olan o ilk cümle tekrarlandıkça yaşamın döngüselliğini hatırlatıyor: “Gözler kapalı. Yok gibi.

Kahraman’ın yaşamı, sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği fotoğrafın yüzünde parçalanırken, üzerinde çalıştığı İstanbul rehberinin en mühim bölümünü oluşturacak kitapçının kapanmasıyla yüzleştiği çaresizlik, o fotoğraftan çıkıp kabuslarına yerleşiyor. Şehri ve yaşananları imleyen siyah örümceğin varlığı, kapanan, yıkılan mekânlar, apartmanlar, çirkinliklerinin çöpünü kibrit kutusu görünümlerinde saklayan siteler, belediyenin ne kadar büyük olursa o kadar etki eder düşüncesiyle her yere yerleştirdiği video ekranları, turistler, tinerciler, işçiler, dans kursunda ritimle adımlarını sayarak gerçeğin karanlığından uzaklaşmaya çalışanlar, sokakta yaşayanlar, selfie çubukları, fotoğraf makineleri, yemek kokuları sahte bir ay ışığının altında buluşuyor. Hakan Bıçakcı zamanı, uyku ve rüya arasındaki belirsiz alandan çıkarıp gündelik hayatın mekanik zamanına ekliyor. Böylece Kahraman anlatırken okur, anlatının katmanlarını kendisi parçalayabiliyor. Kitap İstanbul’dan çıkıyor sizin yaşadığınız kente ulaşıp kanıksadığınız yıkımın parçaları arasına karışıyor. Kahraman’ın İstanbul rehberine konu olacak mekânların sırasıyla kapanması, çalışmasını bir nostalji kitabına dönüştürüyor.  Eski olanın hakikatini nostalji gören yeninin inşası, gündelik hayatı tasarlanmış bir anlamsızlığın içinde boğuyor.

“…Salonda her zamankinden farklı bir aydınlık vardı. İçeri yoğun bir ışık dolmuştu. Kafamı kaldırıp baktım. Gökyüzünde dolunay vardı. Dünya dışı, masalsı bir manzara. Pencerenin önüne gidince bunun uzaktaki siyaha boyalı bina duvarına tutulan ışık olduğunu fark ettim. Gece devam eden inşaat çalışması için. Çalışmanın derinlerden gelen uğultusunu da duymaya başladım. İnşaat aracının göğe uzanan iskelesine asılmış devasa fener binaya çevrilmişti. Yusyuvarlark, koyu sarı, dev gibi. Duvarın pütürlü  yüzeyine vuran yumuşak ışık nedeniyle sanki kriterleri seçiliyordu. Simsiyah, yıldızsız gökyüzünde asılı duran sahte aya büyülenmiş gibi, uzun uzun baktım.”

Hakan Bıçakcı kitabın farklı bölümlerindeki gerilimi ve belirsizliği, okuru anlatının içinden Kahraman’ın yaptığı listelerle (müzikle ve filmlerle) çıkararak gideriyor. Siyah bir huzursuzluk, kentin üzerine peydah olan toz bulutunun içinde büyüdükçe, Kahraman’ın uyurken giymek için sakladığı eski tişörtlerinin üzerindeki soluklaşan renklere ve silinen harflere siniyor. Bıçakcı, eskiye dönüşün imkânsızlığını Kahraman’ın anlatıcı olarak tekrarlarındaki tekdüzelikle çerçevelerken, değişen İstanbul’un çehresini, aynada yüzünü görmek istemeyen Kahraman’ın gözlerine saklıyor. Estetize edilmeye çalışıldıkça çirkinleşen bir kenti kaybolan anlamı ve değeri ile yeniden düşündürten Uyku Sersemi, kentle beraber yaşamlarımızın tasfiye edilişi üzerine odaklanmamızı da sağlıyor. Çünkü “Gözler kapalı. Yok gibi.

Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (15 Aralık 2017)

[1] Adorno, T. W. (2012), “Minima Moralia”, syf. 41-42, İstanbul, Metis Yayınları.

[2] Lefebvre, H. (1998), “Modern Dünyada Gündelik Hayat”, syf: 39-43, İstanbul, Metis Yayınları.

Hitchcock, A. L. (2015), “Kuramlar ve Kuramcılar Çağdaş Düşüncede Antik Edebiyat”, Çev: Seda Pekşen, syf: 262-263, İstanbul, İletişim Yayınları.

Yorum yapın