Bakışlarına sinen kederi örterek gülümsüyordu. Öyküsünü hemen anlatmamıştı. Uzun ayrılık zamanlarından söz etmiştiniz. İnsan nasıl da savrularak yaşıyor demiştin içinden. Bir acı, keder, kopuş gelip bulunca sizi ancak farkına varabiliyordunuz bunlardan bazılarının.
Gene de hayata tutunmak gerek demiştin ona; insan insana gereklidir, kurdu olduğu kadar…
“Aldırma,” sözcüğü yoktu alfabende, bir de “keşke”! Yaşanan yaşanmalıdır, yaşama yolculuğu süreklidir nerede olursanız olun. Siz, insanın insana dokunmasına bakın. Siz nasıl dokunuyorsunuz, size nasıl dokunuyorlar. Birinden gelen acı sağıntısı, diğerinin değerini yükseltir.
Deneyimlenmiş yaşantıların taşıdıklarına bakın siz, deyivermiştin.
Zamanı gelmişti ki, sözün; dayanamamış yazdığı bir metni okumuştu sana; “biliyor musunuz, bunu onun için yazmıştım, üstelik gitmeden…” diyerek. Sonra da eklemişti, “iyi ki vermedim, şimdi tamamlayarak başkalarının okumasına açacağım, bu da bir öç alma biçimi belki de…”
Bunu da öyle görmediğini, ama insanın aldanışları olabileceğini anlatmıştı. Gene de yazmanın nasıl bir sağalma olduğundan söz etmiştiniz.
Hiçbir şeyin sandığınız gibi olmadığını ancak yaşayarak öğrenebildiniz. Birileri anlatsa inanmazsınız, birileri yaşayıp geçse göremezsiniz öylece kalır hayatın saklısından. Ama sözcüklere döküp dokunursanız insana, taşırsanız ona… Evet evet, bunu daha iyi kavrarsınız.
Gene de sen gözlerini gözlerinden ayırmadan ince çizgiyi andıran kederi seyrediyordun yüzündeki. Yazı da örtemiyordu bunu, biliyordun. Ona hep aklında tuttuğun şu dizeleri okumak istemiştin:
“Ve yine çizgilerini tarayacak kırağı,
Ve yine çepeçevre saracak beni
Geçen yıl saran keder
Ve bir başka kışın işleri,
Ve yine batışacaklar şimdiye değin
Çıkarılmamış günahlar gibi,
Ve pencere sevk makasının haçı üzerinde
Sıkıştıracak odunsu bir açlığı.” (Boris Pasternak/ Çev.: Azer Yaran)
Gitmeyi seç, demiştin ona. Alışkanlıklarını değiştir, bir de mekânını. İnsanın deri değiştirmeye ancak böyle başlayabileceğini hatırlatmıştın. Bir de hiç tanımadığın, okumadığın yazarların kitaplarını al yanına, demiş, üşenmeden şunları yazmıştın hemence:
- Gulam Hüseyin Sâedi/ Bayel Ağıtçıları
- Goli Taraghi/Kış Uykusu
- Fred Uhlman/Kavuşmak
- Valeria Luiselli/Dişlerimin Hikâyesi
- Mario Bellatin/Büyük Cam
- Nikos Dimu/Ne Mutsuz Yunanım Diyen!
- Ve Camus’nün “Sisifos Söyleni”nin mutlaka yanına almasını, “Rosebud/Biyografi Parçacıkları”nı (Pierre Assouline) söylemiştin. Bir de şu filmleri izlemesini salık vermiştin:
- Aşkın ne olabileceğini görebilmesi için: “Sıradışı İlişki/ La Corrispondenza” (Yön.: Guiseppe Tornatore)
- Acıyı yaşamak, acıyla sürüklenmek, dönüp bunu paylaşabileceğini umduğu yere gelmek, insanın hem kedisiyle hem de başkalarıyla yüzleşmesinin öyküsüne bakmak için: “Alt Tarafı Dünyanın Sonu” (Yön.: Xavier Dolan)
- Yaşadığı zamanın ruhunu anlamak için: “Pastoral Amerika” (Yön.: Ewan McGregor)
- Tutkunun sürüklenişi için: “Aşk Mektupları” (Yön.: Nicole Garcia)
- Bir yazarın sanrılı sürüklenişine tanıklık için: “Avrupa’ya Veda” (Yön.: Maria Schrader)
- Kendi yazma yolunun önünü görebilmek için: “Genius” (Yön.: Michael Grandage)
- Kopuşun, dönüşün, bağlanarak sevmenin anlamını görebilmek için: “Blue Jay” (Yön.: Alexandre Lehmann)
Sonra, ona “Pişmanlıklarımız, Kırılganlıklarımız“ adlı yazından söz etmiştin “Blue Jay” filmini anarken. Bir yerden bulup okumasını salık vermiştin.
Gene de, andığın o yazının bir bölümünü paylaşarak ona da buradan gitmesini istiyorsun:
Aşk, İyi Zamanlardadır
Jim’in annesinden kalma evine geldiklerinde, bütün gençlikleri çıkar karşılarına.
İkisi de, kasabaya, farklı nedenlerle dönmüşlerdir.
Göçüp giden annesinin bıraktıkları Jim’in yeni hayatının belirsizliğine ortak olurken; çıkıp gelen Amanda, bu mekânda ortak geçmişlerinin izlerini yakalar.
Aşk romanları, giysiler, fotoğraflar, mektuplar, müzik…
Her nesne onların yaşanmış, unutulmuş, kaybedilmiş zamanlarına dokunur.
Birlikte iyi zamanlara dönerler, buruklukları, kırılganlıkları hatırlarlar.
Adım adım aşkın nasıl baş edilemeyen bir şey olduğunu hatırlatır bize film.
“İyi zamanlarımda sen,” diye başlayan sözlerin bir süre sonra ne tür burukluklar yaşattığını anlatacaklardır birbirlerine.
Her söz, her dokunuş, hatırlayışta yüzleşmeye doğru ilerliyorlardır Jim ile Amanda.
Aşk nasıl bir kanamadır, bunu da ancak yüz çizgilerine yerleştirebilen Jim; bir süre sonra, kendini ona açan, Amanda’ın neden bırakıp gittiğini öğrenince, kendi acısını unutur neredeyse.
Annie Lennox’un şarkısıyla ortak zamanlarına dönseler de, kederlerini unutur gibi görünseler de; aşkın asıl anlaşılır olmakla başlayabilen uzun bir yolculuk olduğu fikrini sorgulamaya yönelmeleri onlara yaşadıkları dünyanın dışına neden düştüklerini de anlatır/gösterir.
Birbirlerinin gerçekleriyle yüzleşirler bu kez.
Amanda’nın, kendi bırakıp gitme öyküsünün arasında anlattığı, dokunaklı “bir tazıya sahip olmak” öyküsü; bakmak/korumak/kollamak/sahip çıkmak adına iyi bir meseldir aslında.
İnsan, kendini/sevgisini yalnızca sevdiği insanda göstermez; kendi dışındakilere dönük sevgisi, ilgisindeki duruşu/durumuyla da bir “aşk”a sahip çıkıp çıkmayacağını anlatır.
Aşk burada başlar asıl. İnsan, aşkını koruma ve aşktaki aşkınlığı yaşamayı da burada öğrenir.
Aşk, kederlenmeyi unutmaktır.
Çünkü aşk cesaret, sabır, tanıma, özen, özveri, emek ister.
Amanda, hiç de ilkteki göründüğü gibi değildir. Burukluk içindedir.
“Ama bu hüzün var ya, bunun nereden geldiğini bilmiyorum,” derken; anti-depresan ilaç kullandığından söz eder.
Sürüklendiği hayat da başa çıkamadığı hayattır.
Yaşadıkları, aşkla baş edemediği için gitmesinin nedenidir bir bakıma.
“Yeni hayat”, bir süre sonra, onun için kaldırılamaz bir hayat olur.
Dönüşteki anlık karşılaşmayla çıktıkları yüzleşme yolculuğu onları öyle bir yere taşır ki; kendilerini, geçmişlerini çağıran şarkının sözlerine bırakırlar:
“Sen benim dünyamsın,
seni sevmeyi asla bırakmayacağım…”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Aralık 2017)