Kültür kavramına giren her şey gibi, ulusların edebiyatı da tarih boyunca bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir milletin geçmişteki varlığı, yani bugüne ulaşan izleri da pek çok yönüyle kendi edebiyatına mal olmuş tarihidir. Tarih deyince aklımıza “yaşanılan” ve “yazılan” tarih gelir. Prof, Dr. Mehmet Kaplan’a göre “yazılan tarih”, “yaşanılan tarih”in binde biri değildir. Tarihi kayıt altına almak için yaşanmış bir dönemden kalan hatıralardan, iz veya eşyadan, yazılı belge ve kitaplardan yararlanılır.
20. yüzyılın ikinci yarısında tarihçileri, tarih eğitimcilerini ve tarih felsefecilerini her zaman düşündüren sorulardan bir kaçını şöyle özetleyebiliriz. Tarih nedir? Tarih ne işe yarar? Neden tarih öğretiyor ve öğreniyoruz?
Özellikle tarih bir bilim olarak yerini sağlamlaştırdıkça geçmişin hikâyesine dair yaklaşımlar da farklılaştı. Günümüzün algısı klasik tarih anlayışından uzun zamandır uzaklaşmış görünüyor. Bugünün tarih anlatısında “sessiz”in “görünmez”in, “öteki”nin yaşantı deneyimleri önem kazandı. Bugüne dek ihmal edilen, yok sayılan tarih yeniden okunmaya, yeni bir geçmiş algısı yapılandırılmaya çalışılıyor. Bugünün tarihçileri toplumların geçmişleriyle kurdukları bağı doğru anlamak ve değerlendirmek için bellek çalışmalarına yöneldiler.
Tarih de bellek gibi kurgulanır; erk kimin elinde ise onun diline, bakışına, şimdi ve gelecek algısına dair kayıtlar taşır. Her çağ kendi dilini kendi dinamikleriyle oluşturur. Bu kaygan zeminde bugüne dek inşa edilmiş, tanımlanmış her şey yeniden okunmaya başlar. Bu nedenle onun da nesnelliği her zaman tartışmaya açıktır. Belgelerin kimler tarafından nasıl okundukları, hangi bakış açısından hangi amaçlarla analiz edildikleri gibi pek çok konu tarihin yorumlanması sırasında tarihçinin karşısına çıkar.
Tarihi yeniden okumak, anlamaya çalışmak çağımıza ait bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Bu yeniden okuma, algılama ve anlama edimi içinde zamanla, dünyanın tarihselliğiyle kurduğumuz ilişki de büyük önem kazanıyor. Çağımız “hatırlamanın ve unutmanın” ekseni etrafında yeni bir bellek ve tarih, geçmiş ve gelecek inşasının derdine düştü. Belleğin kurgulanmasında, travmatik hatırlamaların anlatıya dönüştürülüp iyileştirilmesinde sanatın pek çok dalı gibi edebiyat da önemli bir işleve sahip.
Hiç kuşkusuz tüm toplumlar kendi geçmişlerini iyi yönleriyle hatırlamak, tarihleriyle gurur duymak ister. O nedenle toplumların bellekleri çoğu zaman iktidarlar tarafından manipülasyona uğrar. Mithat Sancar, “Geçmişle Hesaplaşma” adlı inceleme kitabında olumsuz anıların bastırılması, travmaların silinmesi, yok sayılması, tarihin kirli sayfalarından silinmesi iktidarların başvurdukları yöntemleri olduğunun altını çizer. Nasıl ki tarih erke göre kurgulanırsa, toplumsal hatırlama ve unutmalar da ideolojilerle iç içedir.
Bu konuda Huyssen’ın şu sözüne kulak verelim: “Unutmak nasıl iktidar baskısıyla oluşan bir bellek stratejisiyse hatırlamak da o düzeyde politiktir. O nedenle de toplumsal bellek yeniden inşa edilebilen, yönlendirilebilen bir olgudur ve bir yönüyle kurgusaldır. Bellekte, geçmiş saf bir biçimde bulunmamaktadır, geçmişin dile getirilerek anı haline gelmesi yani temsil edilmesi gerekir.”
W.G. Sebald Avrupalıları kendi geçmişleriyle, tarihleriyle yeniden tanıştıran bir yazar. W.G. Sebald eserlerinde, tarihî bilgileri, belgelere boğulmuş kasvetli bir anlatımdan kurtarmaya çalışır. O geçmişi edebî açıdan yeniden inşa etme çabasını taşır. Tarihî olayların insan açısından sonuçları üzerinde yoğunlaşan bu ürünler, okuru geçmiş zaman yolculuğuna çıkarırken hayal edemediği mekânlarda yaşanmış bazı gerçeklerle buluşturur.
Sebald’ın melez metinleri kurgusal metin anlayışımıza bakış açımızı değiştiren bir edebi tavır. Ölümünden on altı yıl sonra, yine üslubuna ve edebiyata getirdiği yenilikçi tavrı hayranlıkla okuyorsak onun bu alandaki dehası tartışılmaz. Peki, nedir bizi bu kadar şaşırtan, hayrete düşüren bu üslup?
W.G. Sebald, Alman edebiyatında ele aldığı savaş konuları kadar, ele alış biçimi ve yazın tekniği bakımından seçkin ve öncü bir yere sahip. Eserleri yakın Avrupa tarihi ile çok acıtıcı bir hesaplaşmanın sonucu olarak çıkmış. Ele aldığı konuyu derin incelemeler, araştırmalar, röportajlarla zenginleştirmenin yanı sıra, o dönemleri yaşayan insanların iç dünyalarına odaklanması, fotoğraflarla desteklemesi yazı metnini oyun alanına da dönüştürüyor. Romanın sürekliliği içinde okur sahneden sahneye, düşünceden düşünceye savrulurken okurun dikkatini dağıtmadan metnin dramatik gerilimini sağlamış oluyor. Böylece bir yandan tarihi yorumlarken diğer yandan yazdığı metin için dramatik aksiyonu sağlamanın yolunu da bulmuş oluyor. Tıpkı bir polisiye romanda olduğu gibi merak duygusu sürekli canlı tutulmuş oluyor. W.G. Sebald, resmi tarihteki belirsizlikleri ve boşlukları yakalayarak, tarih yazımının nasıl çoklu ve değişken anlamları olduğunu bize kanıtlarken okuru sarsıyor, şaşırtıyor, bildiklerinden kuşkuya düşmesine neden oluyor.
Günümüz tarihçilerine göre tarih çözemediğimiz bir bilmecedir ve bu bilmecenin gerisinde yatan gerçeğin bulunmasına ancak değişik bakış açılarıyla bakarak erişebiliriz. W.G. Sebald, yazın metnini farklı metin parçacıklarıyla örer. Bir ucun yerini bir başka bir uca bırakmasıyla, okurun tarihe değişik açılardan bakması sağlanır. Bu çaba, yaşamla tarihin, düşle gerçeğin birbirine karışmasıdır. Bir araya getirilen farklı metinler düz bir tarih düşüncesini siler, böylece çok boyutlu bir tarih düşüncesine erişilir.
Toplumun inatçı suskunluğu hüküm sürmektedir. W.G. Sebald’in edebi tavrı, toplumu kendine bakmaya bir davettir. Toplumun birlikte hareket etmesine, bir tavır almasına bir çağrıdır. Felçleşmiş vicdanları uyandırmak kolay olmaz.
İnsanları harekete geçirmek nasıl mümkün olabilir? Bu beklenmedik yüzleşmeye karşı toplumun direnmesinin altında yatan nedir? Toplumun suskunlaşmasında mayalanmış şey utanç mıdır?
Nuri Bilgin, “Tarih ve Kollektif Bellek”te ulusal bellek ile kent sakinleri arasındaki ayrımı şöyle dile getirir: “…resmi bellek, kapsamı itibariyle ulusal bir bellek iken, kent sakinlerinin belleği, detayları ve bireysel aktörlerin rollerini de kaydeden yerel ölçekli bir bellektir. Yaşananların ağızdan ağza aktarıldığı, tanıkların grup içinde yer aldığı sosyal iletişim ürünüdür ve bu nedenle, geçmişin utancını ve yarasını taşımaktadır. Bu niteliğiyle maruz kalınan bir geçmiş ve “canlı bellek” söz konusudur.”
Sebald eserlerinde bu “canlı bellek”in peşine takılır. Bu zorlu bir süreç gerektirir. Bu utancı taşımak kent sakinleri için zordur ve kent sakinleriyle bu konu üzerinde konuşmaya çalıştığında onlardan yeniden bir geçmişi anlatmayı talep ederken onları “mikro-ölçekli” bir resmi tarih yaratmaya sevk etmiş olur. İletişime geçtiği her kişi tarihini yeniden inşa etmeye ve olayların farklı bir boyutunu üretmeye koyulur.
Sebald’a göre, Alman kentlerinde 1. Dünya Savaşı’nın son yıllarında gerçekleşmiş yıkımın boyutlarını bugün ne tasavvur etmek ne de yazmak kolaydır, işin zorluğu bu yıkımla bağlantılı dehşet üzerine düşünmektir. W.G. Sebald Statajek Bombardıman Raporlarını açıklar: Federal Almanya İstatistik İdaresi’nin verilerini önümüze getirir. Bu kaynaklara göre sadece İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin 400.000 sorti yaparak düşman bölgesine bir milyon ton bomba attığını, kısmen bir kez, kısmen de birçok defa saldırılan 131 şehrin bazılarının tamamen yerle bir edildiğini, Almanya’da aşağı yukarı 600.000 silin hava savaşına kurban verildiğini, savaşın sonunda yedi buçuk milyon kişinin evsiz kaldığını, kişi başına Köln’de 31,4 ve Dresden’de 42.8 metreküp moloz düştüğünü çıkarabiliriz. Sebald bu açıklamadan sonra şu soruyu getirir: “Ama bütün bunlar gerçekte ne anlama geliyor, bundan bihaberiz.”
Okudukça 1943 yazının ortasına, 27 Temmuz’u 28’ine bağlayan gece saat birde başlayan hava akınına odaklanırız. O gece, on bin ton patlama ve yangın tesirli bomba Elbe’nin doğusundaki yerleşimin yoğun olduğu bölgeye atılır. İki bin kiloluk patlama tesirli bombalarla tüm kapı pencere, kasalarıyla tahrip edilir, çatılar tutuşturulur. Aşağı yukarı yirmi kilometrekarelik saldırı sahasında birkaç dakika içinde her köşede büyük yangınlar çıkar. Bu yangınlar hızla birleşip büyür; ilk bombanın düşmesinden on beş dakika sonra bütün hava sahası göz alabildiğine bir alev denizi haline gelir. Aradan bir beş dakika daha geçtiğinde, o güne kadar hiç kimsenin mümkün olabileceğini düşünemeyeceği kadar şiddetli bir alev fırtınası başlar. İki bin metreye kadar yükselen alevler çevredeki bütün oksijeni öylesine büyük bir iştahla kendine çeker ki, hava akımı kasırga hızına erişir, yangın bu şekilde üç saat devam eder. Evlerin çatıları uçar, binaların kirişleri havaya savrulur, ağaçları söker, insanlar sürüklenir. Yıkılan bina cephelerinin arkasından fışkıran metrelerce yükseklikte alevler, tıpkı bir sel gibi saatte 150 kilometrelik bir hızla caddeleri aşar, şehrin meydanlarını tuhaf ritimlerle ateş silindirleri gibi ezip geçer, tramvay vagonlarının camları erir, fırınların kilerlerinde depolanmış şeker kaynar, sığındıkları yerlerden kaçmak zorunda kalanlar, kabarcıklar çıkaran erimiş asfalta batar. O gece hayatını kaybedenlerin ya da ölüm kendisine ulaşmadan aklını kaçıranların sayısını tam olarak kimse bilmemektedir. Sabah olduğunda toplam olarak iki yüz kilometre yol cephesi olan yerleşim yeri tamamen tahrip edilmiştir; her yerde feci bir şekilde deforme olmuş bedenler, yüksek ısıyla haşlanmış vücut parçaları, pişmiş et ve kemik parçaları veya bütün olarak sıcaktan kömürleşmiş ve küle dönmüş vücutlardan tepeciklerle karşılaşırlar. Bu enkaz şehre, hâkim olan sessizlik dikkat çekicidir. Şehrin bazı yerleri kokar, ceset arama ekipleri görev başındadır. Rahatsız edici bir yanık kokusu çökmüştür şehrin üzerine. Ne yazık ki, birkaç gün sonra insanlara bu görüntü ‘aşina’ gelecektir.
Sebald bu yakın tarihin yazılamayışının nedenini arar. O tarihte o zaman kadar benzeri görülmemiş bu imha operasyonu, yeni yeni oluşan ulusun kayıtlarında sadece bulanık genellemeler şeklinde yerini almış, kolektif hafızada sanki pek bir acı iz bırakmamış gibidir. Alman halkının ezici çoğunluğunun bizzat yaşadığı bu tarihi dönem, utanç veren, tabulaştırılmış ve insanların belki kendilerine bile itiraf etmekten çekindiği bir aile sırrı olarak kalmıştır. Belki de normal aklın kavrayamayacağı olayları gözlerden saklamak istemeleridir. Sebald’a göre, Alman yazarlar da, bu kadar uzun sürmüş ve böylesi dev boyutlara erişmiş imha seferberliğinin gidişatı ve etkileri üzerine somut bir şeyler yazmaya o yıllarda henüz istekli ya da hazır değillerdir. Utanç duygusu ve galiplere karşı başını dik tutma arzusundan kaynaklanan kısmen doğal bir reflekstir susmak ve sırtını dönmek. Bu ketumluk, bu kapalılık ve hayata sırtını dönmüşlük Almanların 1942 ile 1947 arasındaki dönem hakkında bu kadar az bilgimizin olmasının sebebidir. Alman halkına bir damga gibi yapışan bu eksiklik, bu utanç savaşın mirasıdır. Anlatısına şöyle devam eder Sebald: “İnsanların bilmek istemediklerini unutma ve gözlerinin önündekini görmeme yeteneklerinin o dönemde Almanya’da olduğundan daha iyi bir sınavdan geçtiği nadirdir. Önce katışıksız bir panikle, sanki hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye karar verdiler. Bu işin “unutma” yanı… Unutma, yani bilmekten çekinme, yani görmezden gelmek isteme, tarihin ve kimliğinin bir bölümünün görünmez olmasını istemek…”
Kaynakça
Jan Assmann, Kültürel Bellek, Ayrıntı yay, 2015
Nuri Bilgin, Tarih ve Kolektif Bellek, Bağlam Yayıncılık, 2013
Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, Ayrıntı yayınları, 2014
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma-Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, Mayıs 2016
https://www.insanokur.org/gecmisle-hesaplasma-unutma-kulturunden-hatirlama-kulturune-mithat-sancar/
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (28 Aralık 2017)