Ve Kızın Adı Gece, Ertürk Akşun’un olgunluk dönemi romanlarının ilki bana göre. Her yazar bir dönem kendi içine döner, hesaplaşır, kendinden parçaları kurmacanın kurallarıyla birleştirir ve bu yaratının içinden kendini çıkarır. Zaten kurmacanın olmazsa olmazıdır bu, asıl ustalığın dışa vurulduğu andır kurmacanın aslı ele geçirmesi. İşte Ve Kızın Adı Gece bu özelliğe sahip bir ilk roman olduğu için tam da olgunluk dönemi tamlamasını hak eder. Yazar, anılarından parçalarla yarattığı metnin içinden kendini başarıyla sıyırmış ve kurmacanın kurgusuna teslim etmiştir. Böylece okur olarak ne kadar gerçeğin, ne kadar kurgunun içinde olduğumuzu bilemeden metnin içinde dolaşırız. Bu inanılmaz bir hazdır, çünkü metnin samimiyetinden gerçeklik fışkırmaktadır ama diğer yandan kurgunun da kuralları sizi ele geçirmiştir. Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği metinde hep bir soru işaretiyle dolaşır dururuz, hangisi gerçek? Bu tatlı oyun özellikle Ertürk Akşun hayranları için bulunmaz bir nimettir. Bir yandan yazarın şahsi anılarının dehlizlerinde dolaşırken onun gizli ve gerçek yanlarını keşfedeceksiniz, bir yandan da hep bir kuşku duyacaksınız. Ama inanın içten içe bileceksiniz neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu.
Romanın biyografik özellikleri doğal olarak bazı mekânları da ön plana çıkarıp onlara hayat vermiş. Burada en şanslı mekan Edirne olsa gerek. Yazarın bir dönemini Edirne’de geçirdiğini bilen okur zaten biyografik öğelerin peşine takılarak, zincir gibi birbirine bağlı ipuçlarını takip edip gerçekle kurguyu ayırmaya başlayacaktır. Ertürk Akşun ile birlikte yirmi beş yıl öncesinin Edirne’sinde geziyoruz bir süre. En salaş lokantasında yiyor, Kaleiçi’nde geziyor, Selimiye ve Ali Paşa Çarşısı’nın hikâyelerini dinliyor, Meriç’in nemini, havanın ayazını iliklerimizde hissediyoruz. Tarihini öğreniyor, biraz mitoloji, biraz sosyoloji, bolca siyaset okuyoruz. Burada oldukça sağlam bir okuma listesinin de verildiğini belirtmek isterim. Paul Lafargue, Marx, Raimondo Luraghi, Leo Huberman, Proudhon’un mülkiyet anlayışı, Max Stirner’in bireyciliği, Kropotkin,Bakunin’in kolektivizm ve kitlesel başkaldırısı, Le Guin’nin Mülksüzler’i ve daha nice ünlü yazar ve düşünürün fikirleri bu romana sızmış, romanı ağırlaştırmadan kahramanın felsefesini desteklemek üzere devreye girmiş, yazarın entelektüel kimliğini günışığına çıkarmış. Yine gerçeklerin peşine düşen dedektif okurlar, bu listeden yazarın hayata karşı duruşu ve bakışı hakkında fazlasıyla bilgileneceklerdir.
Roman bir kadın ve iki erkeğin birbiri içine geçmiş hikâyelerinden oluşuyor. Yıllar önce bir kadınla tanışarak vazgeçmeye kalktığı hayatını bambaşka bir yola koyan Tarık’ın hikâyesi ve Tarık’ın hayata döndürdüğü genç adamın öyküsü. Kitap günümüzde başlıyor ve genç bir adamın, günümüzün tüketim toplumunda, üretim çarkında sıkışıp kalmışlığını anlatıyor:
“Yaşadığım hayatımın bir kopyası gibi bu ev… Dağınık, modern, boş ve bitmiş… Sahteliğin sığ sularında yüzen ve anlamsız tekrar edişlerle dolu bir düzen. Hepsi bir gün, benim gibi kayaya çarpıp parçalanmaz denen teknelerinin parçalandıklarını görecekler. Kendilerini bir kilo makarnaya satanlardan ne farkımız var ki, sadece biraz daha pahalıya satılıyoruz, o kadar…”
Aynı saatte kalkan, aynı saatte dişini fırçalayan, aynı yoldan işe giden, aynı yoldan eve dönen, aynı yemekleri yiyen, aynı adamla ya da kadınla sevişip sonra onunla kavga eden, çoğalan aynılıkların içinde kendini kaybeden bir dijital çağ insanıyız işte…”
Mekanikleşen ilişkilerden, sahte arkadaşlıklardan, adaletsiz ve haksız iş hiyerarşisinden bunalan genç adam arka arkaya gelen darbelerle sarsılmış, hayatını sorgulamaya başlamıştır. Artık yaşama dair bir amaç, hedef gütmediğini fark etmiş ve anlamsızlaşan bu hayatını sonlandırmaya karar vermiştir:
“Başarmak yükünden, aileden, sevgiden ve aşktan… Her şeyin yükünü silkeleyeceğim az sonra. Hepsini maviye boğacağım, az kaldı. Omuzlarım hafiflemiş, belim doğrulmuş, kanatlarım esnemiş şekilde çıkmak istiyorum son yolculuğuma. Cebimdeki telefonumun suya düştüğünde bozulacağını düşünüyorum bir an. Kendimi tokatlamak geliyor içimden.
Dışarıdan bakınca iyi görünüyorum. Temiz, pak ve şık… Yanımdan geçip gidenlerin yüzümdeki intihar düşüncesini anlamalarına imkân yok. Kolumdaki Gucci saati satın alabilmek için günlerce simit peynir yemiştim akşam yemeğinde. Dışarıdan iyiydim ama içerisi cehennem yeri. Ruhum kirli, ruhum boş, ruhum aldatılmış… Yenildim, kabul ediyorum.”
Ancak genç adam yaşam amacını, hedeflerini ve umutlarını kaybettiği ve artık nefes almaya tahammül bile edemediğini anladığı bir gün, karşılaştığı orta yaşlı bir adam sayesinde bir gizeme bulaşır. Artık yaşamayı tercih etmesi için bir sebebi vardır, merak. Kimdir bu adam, neler yaşamıştır, nasıl bu kadar bilgili ve rahattır, hayatı nasıl çözmüştür? En önemlisi de geçmişinde sakladığı sır nedir? Merakını dillendirir sorularla, onu hayata bağlayan işte bu bilinmeze duyduğu çekimdir:
“Hikâyesini öğrenmeyi çok istiyordum ama sormaya cesaret edemiyordum hala. Hem “Hikâyeler yeri geldiğinde kendi kendilerini anlatır,” demişti bir defasında. “Güzel hikâye, kendi kendini anlatandır.”
Biliyorum…
Beklemem lazım.
O da kuşkusuz beni bekleyecekti.
Yine de ürkütücü şeyler vardı kendi hakkında anlattıklarında.
Hapishane konusu mesela…
Aklımdan çıkmıyordu bir türlü.
Neden içeri girmişti kim bilir?
Kan davası mı, yolsuzluk mu?
Belki de aşk cinayeti…
Ne oldu peki?”
Hayat tesadüflerle doludur ve hiçbiri nedensiz değildir. İki insan, yirmi beş yıl arayla, biri aşkla diğeri merakla hayata bağlanacaktır. Aşkla hayata bağlanan Tarık kadınını ve aşkı ise şöyle tarif eder:
“Ne yalan söyleyeyim, bir kadın karşısındakinin kadehiyle tokuşturabiliyorsa sohbetini, ve yüreğini sunabiliyorsa lezzetli bir meze gibi, emin olunuz ki âşık olunacak doğru kadındır o… Şaşırtan kadın, herkes gibi değildir… Özeldir ve dilersin ki sadece sana özel kılsın kader onu… Zaten aşk da, onu diğerlerinden farklı olarak görmek demek değil midir? Onu farklılaştırmak ya da farklılıklarını görmek değil midir? Bu, aslında seveni de özelleştirmektir bana göre. Onun yanında kendimi özel hissettiğimi fark ettim konuştukça…”
Üç bölümden oluşan roman yer yer şiirsel bir dille yazılmış. Bu da okura bolca altı çizilecek cümle hediye etmiş. Her cümle üzerinde titizlikle düşünülerek yazılmış adeta. Metafor ve mecazların bolca kullanıldığı metinde ünlü şairlerin dizelerinden alıntılar da var.
Ve Kızın Adı Gece birçok tadı içinde barındıran bir roman. Okur; içinde kadını, erkeği, yaşamı kısaca kendini tanımlayan bir sürü öğeyi bulacak, ölümsüz bir aşka tanık olacak, Türk siyasi tarihinin ünlü devrimcileriyle karşılaşacak, farklı zamanlarda ve mekânlarda dolaşacak ve Ertürk Akşun’un geçmişine, derinliğini bilemeyeceği bir yolculuk yaparak gerçeklerin peşinde bir dedektif olacak.
Son olarak kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
Kaderim Gece Kız’dır, doğru… Öncesi yok mu diye sorma evlat…
İyi okumalar…
Zümrüt Bıyıklıoğlu – edebiyathaber.net (24 Ocak 2018)