Türkiye’de taşranın yeterince yazılmadığını düşünürüm. Köy, köylülük bir ölçüde yazılmıştır. Toplumsal çözülme ve göç öncesine kadar yeterince anlatılmıştır. Ama gelin görün ki, 1980’lerde başlayan küresel dalga Anadolu’yu da altüst etmeye başlayınca köylülük ve tarımsal yapılar, insanların toprakla ilişkisi, aile yapılarında çözülme hızlanmıştır. Bir anlamda köy/köylülük başka bir şeye dönüşürken, taşra masumiyetini yitirmiştir.
Türkiye’deki toprak sorununu, aile yapısını ve toplumsal yapıdaki değişim dönüşümleri bilemeyen birinin roman yazabilmesi güçtür. Yazılıp edilen romanların birçoğundaki vasatlık bunun bir göstergesidir.
Evet en temel sorun insanı anlatabilmektir. Öyle ya, roman insanı anlatır. Peki hangi insan? Nerede yaşar, sınıfsal konumu nedir, gündelik yaşamı nasıl akar, nereden gelir, ne düşünür, nedir kaygıları…
Ve daha birçok sorusu sorgusu olmadır (olmalıdır) romancının.
Günümüzde bunu, ne yazık ki birçok televizyon dizisi üstlenmiş durumda. Evet, yani romancının yapması gerekenleri dizi öyküleri kotarıyor.
Alın “İstanbullu Gelin” öyküsünü, yeni başlayan dizi “Gülizar”ı aile ve sınıf ilişkileri ekseninde kurulmuştur ikisi de. İyi kötü ülkenin insan/aile/toplum ve toprakla/üretimle ilişkisini anlatırlar bir ölçüde.
Görsel çağda okutamadığınız romanın yerini acaba televizyon dizileri mi alıyor diye de bir soru takılıyor aklımıza.
Gençler Hakan Günday okuyor, Oğuz Atay’a takılıyor. Biri kendilerine benzer bakışı/dünyayı anlattığı için; diğeri bugünkü yaşamlarının bir yerlerine dokunduğu için. Artık Buket Uzuner’in, Murathan Mungan’ın eski okur profili kalmadı; yetişkin oldu çoğu.
Ama kimse Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”sını, Fakir Baykurt’un “Duisburg Üçlemesini” o ilgiyle okumak istemiyor. Yani ardından gittiği yazarını da saf dışı eden bir topluma dönüştük. Burada elbette şu soru da sorulabilir: yazar çağını yakalayamıyor mu? Yani temel sorun bu mu, yoksa küreselleşme ve bilişim teknolojisinin gücü yeni anlatım olanaklarını yakalayamayan yazarları ufalıyor! Her birinin anlatısını çağın dışına itiyor. Popülerliğin gelip yakasına yapıştığı bir okur kütlesi var ki; kolaycılığı seçiyor. Onun yazarı/romancısı da öyle. Roman yazmayı suya sabuna dokunmamak gibi algılıyor. Tarihe, polisiye, bilimkurguya, fantastik hikâyelere, kişisel anılara yönelmeyi de çoğu bundan seçiyor. Yazılmaz değil, her bir alanda iyi edebiyat ürünleri ortaya çıkabilir. Gelin görün ki; Susurluk vakası bir siyasi polisiye olarak hiçbir yazara esin veremiyor bu ülkede. Ya da bir Maraş olayını alıp aynı kentteki dört kardeşin bağevinde intihar etmesiyle buluşturarak bir roman yazmak akıl edilemiyor, ülkenin içinden geçtiği alacakaranlık zaman anlatılamıyor. Romancının bunu göze alabilmesi için gitmesi gerek, tanıması, bilmesi, okuması, görmesi, göze alması gerek.
Değişimi/dönüşümü, ülkesinin insan gerçekliğini göremeyen ne yazabilir?
Mübeccel Kıray, Yaşar Kemal vari bir romancıya “Akaçsazın Ağaları”nı yazarken bir bakıma “rehberlik” etmiştir sosyolojik bakışıyla.
“Demirciler Çarşısı Cinayeti”nin ilk yazımını önüne koyduğunda, Kıray; kırsal kesimdeki değişimin, tarımdaki sanayileşmenin sonuçlarının insana ve doğaya nasıl yansıdığını, ne tür yabancılaşma olgusunun ortaya çıktığını anlatarak Yaşar Kemal’i bu izleklerin yansıtılmasında uyarır adeta.
Eğer siz, bir romancı olarak bugün bile bir sosyoloğun yazdıklarına yüzünüzü dönemiyorsanız, topluma/insana gidemiyorsanız ne yazabilirsiniz?
Kıray, 1996’da yazdığı bir yazısında şunun altını çiziyordu: “Topraktan kopan köylüler sırf kente göç ettikleri için kendi etkileşim kalıplarını ve değerlerini değiştirmediler. Bir köylü gibi düşünüp, bir köylü gibi davranmaya devam ettiler. Köylerdeki insan ilişkilerinin en açıkça gözlemlenebilen tarafı, kentlerdeki anonim rol ilişkilerinin tersine kişisel, yüz yüze, birincil ilişkiler olmalarıdır.” (“Topraktan Kopan Köylülerin Kentlerde Yaşam Stratejisi”)
Bu satırları okuyup yaşadığınız semte, sokağa, insan ilişkilerine dönüp baktığınızda gözlemledikleriniz sizi çok şaşırtmamalı. Hele hele ülkede yapılan siyaseti okuma biçimleri ise tamamen bu sosyolojik yapının varoluşuyla ilgilidir. Ve unutmayalım ki edebiyat da bunun bir parçasıdır. Nasıl ki romancı içinden çıktığı ailenin hikâyesine sadık kalabiliyorsa, toplumunun hikâyelerine de dönüp bakarak yazmak zorundadır. Hele hele şu azgelişmişlik sendromundan çıkamayan, İslamcı/milliyetçi söylemlerle savaş naraları atan bir topumun genetik yapısı ancak bu soy romancıların etkisiyle renk değiştirebilecektir. Ötesi fantezi, birbirine gül alıp vermekten başka bir şey değil.
Marquez, kendi toplumuna bakıp neyi/nasıl yazabileceğini Faulkner’den öğrendiğini söyler. Ama onu bir ustaya ve toplum götüren edebi bilinç ve toplumsal bakışı vardır. Öyle olmasaydı ne “Yüzyıllık Yalnızlık” ne de “Labirentindeki General” yazılabilirdi.
Bir romancının önüne alması gereken üç temel soru/sorgusu vardır:
- Kimim ben,
- Nerede/neyi/niçin yazıyorum, meselem nedir,
- Nasıl yazıyorum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (30 Ocak 2018)