Çocukluğumu özlüyorum sık sık. Aslında insan çocukluğunu değil çocukluk anılarını özlermiş ama… Düşününce de doğru bir bakıma. Şu anda bulunduğum yaşımdan ve konumumdan memnunum aslında. Mutluyum. Geçmişe dair bellekte kalanları anımsayınca da mutlu oluyorum. Bugün onları yaşayamadığım için, çocuklarıma yaşatamadığım için hayıflanıyorum. Peki, ne vardı o günlerde de bu denli özlüyorum/ özlüyoruz?
Sayımız çok değildi bir kere. Dolayısıyla daha sakin bir yaşamımız vardı. Oturduğumuz binalar bu kadar çok ve yüksek değildi. Evlerimizin bahçeleri vardı. Bunların dışında hep birlikte oynadığımız arsalarımız vardı. Bir nevi Pal Sokağı’nın çocuklarıydık biz! Teknoloji bu denli gelişmemişti. Bundan dolayı da ayrışıp yalnızlaşmamıştık daha. Komşuluk ilişkisi diye bir şey vardı. Değil aynı apartmanda birbirinden habersiz olmak, sokağın, mahallenin diğer ucundaki insandan haberdardı herkes. Kim hasta, kimin cenazesi var, kim mutlu, kim sevinçli… İmece denilen bir şey vardı örneğin. Bugün hiç kullanılmayan bir sözcük oldu imece. Yardımlaşma, dayanışma… Ne kadar da yabancı artık bize! Şimdi bir düşünüyorum da daha bir insanmışız sanki o günlerde.
Ve ne doluymuşum ben de o günlerin eksikliğiyle… Necati Güngör’ü okurken hissettim bütün bunları. “Bir Hikâye Yaz İçinde İnsan Olsun” demiş yazar. Uzaklaştığımız insani değerlerimizi anımsatmış yeniden. İnsanın insansız yapamayacağını göstermiş. İyilik yapmak için büyük fedakârlıkların gerekmediğini küçücük dokunuşların büyük değişimlere neden olacağını anlatmış. Kişisel gelişimciler hep anlatır ya bir küçük tebessüm, bir günaydın, merhaba, iyi günler demek bile karşıdakine çok farklı hissettirir, diye. İşte o örnek gibi. Fakat kalbin derinliklerine işleyen bir dil ve anlatımla…
On öyküden oluşuyor kitap ve ilk öykü “Dördüncü Gün.” Annesinin, otomobilini çalmak isteyen hırsıza, “otomobile ihtiyacım var” dediği için ona ödünç verme öyküsünü anlatıyor bize evin küçük çocuğu. İnsana güvenendir anne. Her türlü kötülüğe karşı umudun yine de insanda olduğuna inanır ve göstermek ister. Ve sonunda onun haklı çıkar. Bizse bugünlerde, merkezi kilit sistemine sahip otomobilimizi kilitleyip tek tek her kapısını (bagaj kapağı dâhil) acaba kilitlendi mi diye kontrol etmeden eve çıkmıyoruz. Yol üstünde markete girecek olsak bir dakikalığına, camları kapatıp kapıları kilitlemeden ayrılmıyoruz başından. Haksız da değiliz tabi fakat otomobilini sorgusuz bir şekilde hiç tanımadığı bir insana sadece iki gün için ihtiyacım var diyen adama veren bir anneyi okuyunca da düşünmeden edemedim.
“Nohut Dürümü” ise Yeşilçam Sineması tadında bir öykü. Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li görüntüler geldi gözümün önüne. Sıkı bir dayanışma öyküsü bu. Parkın ortasında yere dökülen nohutlarını ne yapacağının şaşkınlığını yaşayan büyük yürekli bir küçüğün çaresizliğine ortak oluş öyküsü. Okurken gözlerim sevinçle parladı adeta.
Öyküleri tek tek almayalım buraya. Fakat kitaba adını veren öyküde şöyle bir konuşma geçiyor anne ve çocuk arasında. “Komik çocuk, dedi annem gülerek. Yaşlı insanların güzel adetleri, güzel sözleri vardır. Bunları anlamak gerekir. Komşudan, kap içinde bir şeyler gelince, o kabı boş göndermemek âdettendir.” Şu tümceyi okuyunca bu âdete tanıklık eden son kuşağın temsilcilerinden olduğum geldi aklıma. Öyle ya şimdiki çocuklar komşunun ne olduğunu bilmiyorlar ki tabak vermenin-almanın ne olduğunu bilsinler. Onların bildikleri akşam olunca odalarına çekilip kendi dünyalarında yalnızlıklarını yaşamak.
Peki, neden böyle olduk? Ne zaman bu denli ayrıştık, yalnızlaştık, bizi “biz” yapan değerlerimizi unuttuk? “Biz” olmaktan ne zaman vazgeçtik? Her zaman savunduğum bir şey var ki çocuk edebiyatı sadece çocuklar için değildir. Hatta çocuklarında okuyabileceği yetişkin kitapları olarak düşünürüm onları. “Bir Hikâye Yaz İçinde İnsan Olsun” da onlardan biri. Küçüklere masallar büyüklere anı tadında.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (5 Şubat 2018)