Halikarnas Balıkçısı’nın Gençlik Denizlerinde kitabı, kırk öykülük hazineyi içinde barındıran bir eser. Kitapta yer alan her bir öykü okuyucuyu leylak renginde dağlarla çevrili çelik mavisi bir su üzerinde yolculuğa çıkarıyor. İnsan, okudukça bulunduğu yerden uçup gitmek, Ege’nin sularına, köylerine kavuşmak istiyor. Balıkçı’nın anlatımı öyle canlı, öyle doğal ki; sanki elinizi uzatsanız Arşipel (Ege) adalarına dokunacak, seslenseniz Barba Vangel’e, Balık Fatoş’a sesinizi duyuracaksınız…
Halikarnas Balıkçısı, binlerce yıldan beri serili olan denizi, binlerce yıldan beri tarihe beşiklik eden Anadolu topraklarını sade ama ahenk dolu bir dille anlatmış. Gündelik ve olağan olayları mitlerle, Anadolu mitolojisiyle besleyerek şiirsel bir dil ve masalsı bir anlatım yakalamış. Bu yüzden herhangi bir Ege köyünde karşımıza çıkabilecek olan öykü kahramanlarının her biri, ayrı ayrı kendi değerini kazanıyor. Bir köy ağası, bir çingene kızı, bir genç denizci okuyucunun gözünde mitolojik birer kahramana dönüşüyor. Onların gündelik işlerini takip etmek, aşklarını, geçim dertlerini okumak keyif veriyor. Tüketim çağında en olağanüstü hikâyeler bile okuyucuyu memnun etmezken, Balıkçı’nın öyküleri onun üslubuyla devleşiyor.
“Ne var ki, köyde her günkü hayatın dar çemberi içinde aralıksız tekrarlanıp durması, gövdesini değil ama gönlünü tüm Olimpos Tanrılarının mezarlığına çeviriyordu. Bu mezarlığın kapkara gecesinden gönlünce dışarıya uğramak ve parlamak istiyordu.
Onun bu özleyişi gözsüz, kulaksız, duygusuz olarak, kozanın içinde kıvrılakalmış ipekböceğinin, koza denilen katı kabuğu delerek, kelebek olup, kanatlarını göğe ve güneşe açmak istemesiydi.”
Kırk öykünün her birinde anlatılan, tüm gerçekliğiyle, çıplaklığıyla insanın kendisi. İnsanın arzuları, dürtüleri, hisleri ve bunlarla düşüncelerinin nasıl şekillendiği çok iyi aktarılmış. Balıkçı’nın Ege insanını, hatta daha genel anlamıyla Anadolu insanını ne denli iyi tanıdığı karakterlerini kurgulamasından belli oluyor. Belki de anlatımını bu kadar güçlendiren, insanı alıp götüren bu denli tanıdığı insanların öykülerini anlatıyor olmasından kaynaklanıyor. Hikâyelerde ne bir kötüleme, ne de bir olumlama çabasında Balıkçı. Köy yaşamını, deniz yaşamını birçok açıdan olduğu gibi ele alıyor. Köy insanlarının yaşamlarının arka bahçesini gözler önüne seriyor. Köy hayatına ilişkin klişelerle romantik bir güzelleme yapmıyor. Tersine, orada yaşayan insanların en doğal duygularına, hayvani dürtülerine yer veriyor. Okurken bir yandan gidip o köylerde yaşamak, Çingene kızı Cura’yla tanışmak isteği, bir yandan da köy ağası Mahmut Ağa’dan uzaklaşma isteği uyandırıyor. Denizin çekiciliği kadar tehlikeleri de, zorlukları da yer buluyor öykülerde kendine. İnsan bir yandan engin denizlere açılmak istiyor, bir yandan da aldığı canlar için denize kızıyor. Ama ne olursa olsun kendini orada, Ege’nin kıyılarında buluyor.
“Geçmiş binlerce ya da milyonlarca yıldan beri olagelen çeşit başkalaşmalarını, doğa, dürüp dürüp çocuğun ana rahmi içinde geçirdiği dokuz aya kısaltıp sıkıştırmıştı.”
Balıkçı’nın hikâyelerinde karakterlerin çoğu birbirine benziyor. Hatta birçok öyküde isimleri, özellikleri birebir tutuyor. Aslında bu kişiler yazarın belirlediği prototipler olarak yer alıyor. Köy insanları belli başlı özelliklerine göre ayrılıyor ve her öyküde olay başka olsa da, birbirine benzeyen kişiler yer almış oluyor.
Kimi öykülerde ise, başka bir öyküdeki kişi karşımıza çıkıyor. Her ne kadar yazar böyle bir bağlantı imasında bulunmasa da, okuyucu aynı kişinin hayatından kesitleri görüyormuş gibi hissediyor. Öyle görünüyor ki, Balıkçı kendine belli karakterler yaratmış ve hikâyelerini bunlar üzerinden kuruyor. Şartlar değişiyor, olaylar değişiyor ama kişiler hep tanıdık geliyor. Bu da kitabı daha sürükleyici yapıyor. Sanki birbirinden bağımsız değil de dolaylı olarak birbiriyle ilişkili ve devamlı bir öyküler bütünü aktarılan.
“Hanginiz gökkuşağını beğenmez, hanginiz onu ele geçirmeyi istemezsiniz? Eğer onu tutamıyorsanız, kabahat gökkuşağında mı? Onu tutmaya uğraşmıyorsunuz.”
Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığı Anadolu öyküleri, insan hayatı, canlılık, doğum, ölüm gibi en temel konuları harmanlıyor. Bu anlatım insanın içinde bir yere dokunuyor. İnsana, sadece “insan” olduğunu, doğanın karşısında ve kadim tarihin içinde ufacık bir toz zerresi olduğunu hatırlatıyor. Fakat ufacık bir toz zerresinin bile nelere kadir olduğunu, hayattaki en ufak anın bile kendi içinde ne kadar değerli olduğunu da kesin olarak hissettiriyor. Bir insanın başka bir insanın yaşamına dokunmasının önemi yeniden anlam kazanıyor.
Halikarnas Balıkçısı’nın öyküleri Ege’yi tanımak, anlamak, insanlarının yaşamlarına konuk olmak fırsatı sunuyor. Okuyucusunun zihnini bulunduğu yerden alıp masmavi suların üstünde giden bir kayığa koyuyor. Bazen Helenistik dönemden kalma yıkıntıların arasına, bazen de bir adaya bırakıyor. Köylü Emine ile Süleyman yakın bir tanıdık oluveriyor. Poseidon, Afrodit, Artemis birden gündelik olayların içinde aklımızın bir köşesinde yer ediniyor.
Türkiye edebiyatında toprak için, Anadolu toprağının hikâyesi için Yaşar Kemal neyse, deniz için de Halikarnas Balıkçısı onu ifade ediyor. Toprağın öykücüsü Yaşar Kemal de, denizin öykücüsü Halikarnas Balıkçısı için şu sözleri söylemiş:
“Balıkçıyı okurken insan doğayla bütünleşmiş, doğanın güzelliğinde atan bir yürek bulur.”
Denizi anlatmak, deniz insanını anlatmak belki de modern dünyanın insanının içindeki özlemlere seslendiği için hep ayrı bir yer edinmiştir edebiyatta. Halikarnas Balıkçısı, Jack London ve Hemingway ile dünya edebiyatında bunu en güzel şekliyle başaran yazarlardan birisi.
Merve Gülşah Akgün – edebiyathaber.net (2 Mart 2018)