Söyleşi: Can Öktemer
Tanıl Bora’nın ‘Yeni’ Türkiye’nin ideolojik haritasını kelimeler üzerinden çıkardığı ‘Zamanın Kelimeleri Yeni Türkiye’nin Siyasî Dili’ geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Tanıl Bora, bu kitabında bu dönemde sıklıkla işittiğimiz “Yerli ve milli”, “Fitne”, ” Kimse kusura bakmasın”, “Sen kimsin!” gibi kelimelerin anlam dünyasını irdeliyor. Bu kelimelerin geçmişle olan bağlarını, bugün ne anlama geldiğini ya da toplumun günlük hayatına nasıl etkileri olduğu sorguluyor. Kendisiyle son kitabı üzerine konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Zamanın Kelimeleri Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili’ adlı kitabınızda Yeni Türkiye’nin ideolojik haritasını kelimeler üzerinden çıkartıyorsunuz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Bize kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
İlk olarak, Gezi arifesiydi, “Marjinal” lafı üzerine yazmıştım. Muhalefeti ezmek üzere nicedir kullanımda bulunan bir kelime. Neyi anlatıyor, kelimenin derinlerinde ne vardır, onu kurcaladım kısaca. Yerleşik kullanımın sildiği, gözden sakladığı başka bir “açılımı” olabileceğine dikkat çektim. “Marjinal fayda” kavramından da el alarak, mesela. Bu ilk denemeydi. Sonra, politik gündem içinde tedavüle fırlatılan kelimeler hakkında yazmayı sürdürdüm. Birikim’in internet yayınında. Bir noktadan sonra zaten artık bunu iş edindim, belirli bir takip disiplini içinde çalışmaya başladım. Sonra, birçok arkadaşımın da teşvikiyle, bunları bir kitap halinde araya topladım işte.
Kitabın sunuşunda da belirttiğim iki ilham kaynağımı da burada anayım. Birisi Victor Klemperer’in LTI’sidir, diğeri Alper Aslandaş ile Baskın Bıçakçı’nın Popüler Siyasi Deyimler Sözlüğü. Zamanın Kelimeleri, bu ikisinden farklı bir iş, ama harcında bunların ilhamı da var.
AKP’nin geçtiğimiz son 16 yılda kendine has bir takım kelimeleri ısrarla kullanıma soktuğunu biliyoruz ve hatta bu kelimeleri zaman zaman muhalefetin bile kullandığını işittik. Bununla beraber AKP, Türkiye merkez sağının gelenekselleşmiş bir takım söylemlerini de lügatine eklemiş gibi duruyor. Siz bu paslaşmayı nasıl yorumlarsınız? Burada ortaya çıkan durum yeni bir söylem mi yoksa merkez sağın mirasının devamı mı sizce?
İkisi de. İlk aklıma gelen, “Benim esnafım”… “Benim köylüm”ü de aynı cümleden sayabiliriz. Bunun gibi birçok kelime, birçok lâf var ki, Türk sağında “geleneği” olan kelimelerdir. On yıllardır kullanılıyor. Kuşkusuz bu devamlılığın bir politik kârı var. Ama ekstrası da var. Demirel’in “Benim esnafım/benim köylüm”ü “gerektiğinde polis” olmazdı, Erdoğan’ın “Benim esnafım/benim köylüm”ü, böyle bir misyonla da donanabiliyor, sözgelimi. Veya başka bir örnek; Menderes’ten beri sihirli bir meşruiyet şiarı olan “milli irade”, bugün hem Menderes’e uzanan bir geleneği sahiplenmeye yarıyor, hem de Menderes’te hiç olmayan şiddette ve kapsamda bir iktidar toptancılığıdır. % 51’le her şeye el koyan topak iktidar (Küçükömer tabiriyle!). Zaten, Menderes’in bir eksiğini giderdiğini, Menderes’in tarihsel zaafından ders aldığını ima ederek de pekiştiriyor bu “yeniliği”. Kısacası, bu söylem, devamlılık ve yenilik “diyalektiğinde” de bir kudret buluyor.
Yine kitabınızda gördüğümüz üzere, siyasetin dili son yıllarda iyiden iyiye sesini yükselten, bağıran öfkeli bir ses tonuna dönüşmüş durumda. Hangi görüşten olursa olsun herkes birbirine bağırıyor, sosyal medyada bile öfke dili hakim. Siz bu halet-i ruhiyeyi nasıl yorumlarsınız?
“Öfke etiği” başlıklı bir yazı var derlemede. Öfke, herkesten evvel Necip Fazıl’dan alınan ilhamla, İslamcı ve milliyetçi-muhafazakar siyasi dilin ses tonunu belirleyen bir etken olageldi. Türkçülüğün üstadı Atsız da öfke diliyle konuşuyordu. Osman Yüksel (Serdengeçti), zaten öyle. Başka da bir yığın örnek verebiliriz. Neticede sağcılık, hamaseti sever. Hamaset, boyun damarlarını şişirmeye, bağırmaya sevk eder. Elbette bilhassa mağduriyetten beslenen sebepleri de var, inkâr edilmez, ama sebebinden, saikinden bağımsız bir işlevi ve kaynağı da var bence; hamasetin kendi değerinden kaynaklanan bir öfke var orada. Haklılığın kendi kendine teyidi mahiyetinde. Mağduriyet hissini iktidar talebine dönüştürmenin yakıtı olarak öfke. Sağda bunun zaten geleneği var. Solda da bir “devrimci öfke” söylemi vardır, onu göz ardı etmiyorum. Ulrike Meinhof’un “mahzun olmaktansa öfkeli olurum” sözü meşhurdur. Soldaki öfke etiği, eşitsizliğe, sömürüye, insan haysiyetini ezen “olağanlığa” alışmamak, alışmaya direnmek içindir. Son zamanlardaki zulüm ve istibdat da, her nevi muhalifte (illa topyekun ve “şuurlu” muhalif olması gerekmez, bir ucundan hoşnutsuzluk duyan herkeste) bir öfke doğuruyor; olağanüstü halin olağanlaştırılmaya çalışılmasına karşı, öfkenin “yeri” var, kıymeti var, lüzumu var. Şimdi, iki biçim öfkeden bahsettim. Tabii, ister istemez şematik bir ayrımla. Bu iki öfke aynı şey değil, tabii ki aynı şey değil, ama aynılaştırmadan mukayese ederek fark edeceğimiz bir şeyler olduğuna da hep dikkat çekmeye çalışıyorum. Öfkenin kendi başınalaşması ve bizzat haklılık teyidine dönüşmesi gibi bir problem vardır zira, onu göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.
Sakin, kibar, mütevazı ve uzlaşmacı dilin bu topraklarda bir karşılığı olmadığı bilinir hatta Nuri Bilge Ceylan da geçmişte verdiği bir söyleşide bu durumdan şikayet etmiş, bu özelliklere sahip insanların toplumdaki karşılığının zayıflık olduğunu söylemişti. Siz ne demek isterseniz bu konu hakkında, “en çok bağıranın hep en haklı” sayılması bu toprakların kaderi mi?
Sakin, kibar, mütevazı, uzlaşmacı… bunlar illâ da en doğru ve en lâzım erdemler olmayabilir. Her zaman öyle olmayabilir. Bunu da göz ardı etmemek lâzım. Naif bulabilirsiniz belki ama şöyle düşünün… Herhangi bir insan topluluğunda her huydan, her meşrepten insan olur, ayrıca her insanın farklı saatleri, farklı halleri vardır. Mesele, bunların birbiriyle münasebeti, birbirini idare edebiliyor olması. Evet, dediğiniz gibi, sakin konuşan, nezaketle konuşan, büyüklenmeyen, hep yüzde yüz haklılığından emin olmadan, yanılma ve ikna payı bırakarak konuşanın işi zordur. Gerçi politikada bu zaten zordur, politikada husumet, zıtlaşma ve iddia olacak. Ama doğru, memleketimizin politik kültüründe biraz fazlası var. Neden? Bir kere, az evvel konuştuğumuz hamaset kültürüyle alakalı. Otoriter kültürle alakalı. Teşrifat düşkünlüğü ve hiyerarşizmle alakalı; illa en tepeleri düşünmeyin, abicilikten başlıyor, herkes “hocam”, herkes “üstad”… Düşünsel zayıflıkla, entelektüel tembellikle alakalı; tanımlayıcı sıfatlardan ziyade üstünleştirme sıfatlarıyla iş görmeye yatkınız. İlaveten, bütün bu manzaranın yol açtığı “kadrim bilinmiyor” ekşiliğini de katın bu karışıma…
Hayatın ve siyasetin muammasını komple teorileriyle açıklamayı seven bir toplumuz. Özellikle bu söylem hakikat kavramının altının oyulduğu “post-truth” çağında daha bir anlam kazandı sanki. Siz de kitabınızda bu durumu “Büyük resim” ve “Üst Akıl” yazılarınızda ele almışsınız. Memleketin hakikat ve komplo teorileriyle olan sorunlu ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Komplo teorisi kolaydır, büyük kolaylıktır. Her şeyi açıklayan maymuncuktur. Az evvel üzerine konuştuğumuz öfkeyi besler. Bir yandan da, aczi müesses hale getirir – zaten öfke oradan da gaz alır. Aczi müesses hale getirmekle kastettiğim şu: “Büyük” güçlerin, makro etkenlerin her şeyi yönlendiren kudreti öyle büyüktür ki, bunun karşısında aciz kalırsınız, ancak lanet edebilirsiniz. Veya, “oyunu bozma” iddiasıyla meydan okuyorsanız da o zaman bunu acayip babalanarak yapmak icap eder, kendiniz de teferruata takılmadan ezip geçen bir “büyük güç” havasına girersiniz. Genel olarak, komplo teorilerinin ve “büyük resim” ahkâmının söz sahibi olduğu yerde, her şey kolaylıkla teferruata indirgenir.
Şunu ekleme gereği duyuyorum. Komplolar elbette yok değil, vardır. Komplo teşebbüsleri, evet, vardır. Komplo zihniyeti dediğimizde, somut komplo vakalarının veya teşebbüslerinin berisinde, her sosyal olayı, her siyasi tutumu, her beşeri kıpırtıyı komploların nizam verdiği bir format içinde anlayan ve anlamlandıran ve araçsallaştıran bir zihniyeti anlıyoruz.
İki farlı cephede zuhur eden kültür savaşları son zamanların öne çıkan tartışmalarından biri. Bununla beraber muhafazakâr camianın, tarih boyu kültür sanat alanının Cumhuriyet’elitlerinin’denetiminde olduğunu ve kendilerinin de bu hegemonyanda çok şikayetçi olduğu bilinmektedir. Son zamanlarda iktidarın kültürel üretim konusunda yetersiz kalındığına dair iktidar cephesinden öz eleştiriler duymaktayız. Muhafazakârlar açısından kültür ve sanat alanında yaşanan bu başarısızlığı siz neye bağlarsınız?
Bu da aslında yeni bir şey değil, sağ aydınlar öteden beri “kendi” iktidarlarının pragmatik ve oportünist siyasetleri içinde münevverleri (yani kendilerini!) dinlemediğinden, “kültüre” gereken önem vermediğinden yakınırlar. Bir bakıma, sürüyor bu. Gerçi birçokları da arada sırada yukarıdan “kültür işlerini ihmal ettik” denmesiyle mutlu oluyor, bu yetebiliyor onlara. Zira “kültürel iktidar olamadık” şikâyeti, bu iktidarı nahak yere elinde bulundurduğu söylenen solculara, Batıcılara, “beyaz Türklere” falan kahretmeye yarıyor ve bu da, kültürel üretim yapmaktan daha yarayışlı olabiliyor. Peki, varsa kültürel üretim açısından bir eksiklik, bir mahrumiyet, bunu neyle açıklamalı? Herhalde öncelikle iktidarın araçsallaştırıcı mekaniğiyle; edebi-sanatsal üretime, akla fikre özerklik tanımayan bir mekaniktir bu… Muhafazakar ve İslamcı cenahta kültür işleriyle meşgul olanların çoğuda bu değirmene su taşımaya koşturdular. Bu araçsalcı bakış, “kültür”ü bir sembolizm cengine çevirdi.
Türkiye’de yaygın görüş olarak yazarlar, akademisyenler topluma yabancılaşmış, Batı hayranı, elitler olarak kodlanır. Bu anti entelektüalizm son dönemlerde iyice yaygınlaştı sanki, ana akım medyada Zizek’e hatta Chomsky’e bile haddini bildiren öfkeli yazılara şahit bile olduk. Bu vaziyeti nasıl yorumlarsınız?
Evet, yeni değil. Anti-entelektüalizm sadece sağa, milliyetçi-muhafazakar camiaya da mahsus değil. Yakınlarda Murat Belge’ye yönelen hücumlardaki hınçta, kullanılan motiflerde, anti-entelektüalizmin payı olmadığını söyleyebilir misiniz? Son zamanlarda iktidarın yine bilinen klişeyle “sözde aydınlara” kahretmesi, istenmeyen her sözü boğan, faşizan bir mahiyet kazanıyor. Entelektüel emek, tafsilatlı düşünmek, teferruatı gözden kaçırmamak, ince ayrımları gözetmek demektir.Her şeyi bir torbaya (daha doğrusu iki torbaya!) tıkıştırma siyaseti, beka alarmı veren teyakkuz söylemi, tabiatı icabı anti-entelektüalist olacaktır. Bahsettiğiniz topluma-millete yabancı, züppe, ukala, ayrıca çok defa “efemine” resmedilen “sözde aydın” karikatürüne kahretmek, onu fitne kaynağı olarak karalamak, popülizmin tükenmez ajitasyon malzemesidir. Bir tarafta temiz ve saf halkımız, öbür tarafta bu ukalalar!
Can Öktemer – edebiyathaber.net (12 Mart 2018)