Mitik ve kutsal olan gerçek yıkılıyor. Küresel çağın yarattığı çatışmalar hayatın her alanında egemenliğini sürdürmekte bugün. “Zamanın ruhu” dediğimiz şeyi de dönüştüren bir gerçeklik sarmalamış her yanı. Kaotik dünyanın dilinde var olan ayrımcılık, toplumlar kabuk değiştirdikçe biçimden biçime bürünüyor.
Yaralayıcı olan tutkunun dili de değişmiş durumda bugün. Öyle ki, orada da anlamama/anlaşamama/anlaşılamama egemen. Bireyin varoluşuna dönük karartmalar sınırların içinde ve dışında sürmekte. Yani bilişsel kavuşma yeterli argüman değil sizin özgürleşmeniz için.
Öyleyse kuşatma sürüyor diyebiliriz.
Evet, hem de yoğun acımasız biçimde. İşte savaş tamtamlarını çalanların işbaşı yapması da bundandır.
Şimdi herkes “dansa ayak uydurmak”derdinde. Bu yalnızca geçen yüzyılın söylemi değildi, günümüzde de benzeri yaşanıyor.
Gelin görün ki Arap-İslam dünyası bu sarsıntıdan en çok payını alanlar. Yıkım, çöküntü, uzlaşmaz dilin saldırıları en çok onları yaralıyor. Hayatlarının her alanı yağmalanıyor. Ama yazarı çizeri aydını suspus. İşgal sürüyor gene ses soluk yok. Bu salt korkunun çığlığından ürkmek değil, başka bir sanrının sinikliği olmalı.
Daryush Shayegan diyordu ki; “Zihniyetlerin bir günde evrim geçirmediklerini biliyoruz.” Doğrudur da. Ama uyanış diye bir şey var hayatın diyalektiğinde. Tarihte ve bugün yaşanan onca şeyden sonra hâlâ susuluyorsa, bu kanamanın önüne geçmek için sessiz kalınıyorsa; burada derin bir açmaz var demektir.
“Batı bize nasıl bakıyorsa biz de onlara öyle bakalım” demek, çözüm yolunun düşüncesi değil.
Toplumların en açmazda oldukları zamanlarda bile edebiyat varoluş düşüncesiyle ortaya çıkabilmiştir.
Dostoyevski’ye Ecinniler’i, Çehov’a Altıncı Koğuş’u, Kafka’ya Dava’yı, Camus’ye Veba’yı yazdıran neyse Oğuz Atay’a da Tutunamayanlar’ı yazdıran odur.
Yani bir bakıma yazarın vicdanının uyanışı da diyebiliriz buna. Zamanlarının ruhunu yansıtan bu anlatıcıların yapıtlarına yansıyan salt öfkeleri değildi,onlar tanıklıklarının birer parçasını da getirip yapıtlarına yansıtıyor.
İşte orada zamanın gerçekliğiyle birlikte yazarın/anlatıcının düşü ve mitik olana bakışı da vardı. Toplumların yaşadığı hayal kırıklıkları inatçı yönetimlerin, cahil aklın sonucuysa da; yitirilene karşı yazarın/anlatıcının kayıtsız kalması pek düşünülemez.
Sanırım bugünün yazarının en temel sorunu bu. Yani yaşanan bu sorunsallar karşısında bir türlü tutumunu belirleyememesi. Yapıtını hangi ateşin közünde kurması gerektiğini bilememesi. Birileri şarkılı türkülü söylen hovardalığı yaparken susmayı kendine reva görmek ve sözünü ayağa kaldırıp yürümemek de bir çağ sancısı sanki.
1830’da sorgulanıyordu romanını yazarken, neden karşı devrimi görmedin diye! O da gene yazarak yanıt veriyor, tanıklık ediyordu tarihin kanayan yanına. Ne popülerlik derdindeydi, ne de gidip sınır boylarında Napolyonculuk sevdasında…
Sevse de sevdiğini bilmenin erdemini bayrak yapmadan yazandı o. Ama, bence, daha çok neyi sevmediğini ve niçin sevmediğini bilerek yazmayı öne alandı Stendhal.
Bugün ne dersek diyelim, yüzyılımız hâlâ yoksun böylesi bir anlatıcıdan…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Nisan 2018)