İtiraf bir kültürdür ya da bir kültürün sonucudur. Batı toplumlarında kiliselerin günah çıkarma kabinlerinde ortaya çıkmıştır itiraf, ya da öyle değilse bile en büyük gelişimini buradan sağlamıştır. Doğu kültüründe (Müslümanların çoğunlukta olduğu yerleri kast ediyorum) ise itiraf yoktur, varsa bile nadirdir, ya da istenilen biçimde itiraf olamamıştır. Hatta gizlilik daha fazla teşvik edilmiştir; günah günahı görür ve çoğalır korkusuyla. Batı kültüründe ise, itirafçıların en meşhurlarından biri Rousseau’dur, itirafı günah çıkarma kabinlerinin dışına çıkarıp kayıt altına almıştır. O zamana kadar görülmemiş bir şekilde ailesiyle ve başkalarıyla olan ilişkilerinde suçluluk duygularını itiraf etmiştir. Yirminci yüzyılda da batı kültüründe birçok yazar otobiyografik romanlar yazmıştır ya da itiraf niteliğinde bol bol günlük tutmuştur.
Hiç kuşkusuz insanlık, birçok gizli yönünü bu itiraflar sayesinde keşfedip öğrenmiştir.
Kader, İngiliz yazar Tim Parks’ın romanı. Anlatıcı itiraf niteliğinde derin bir iç yolculuğa çıkar. İngiliz koca, İtalyan eş, Ukrayna asıllı üvey kız, annenin dilini red eden şizofren erkek çocuk ve dahası.
“…oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım. Bir İtalyan, “Başınız sağolsun,” diyordu. “Çok üzüldük.” Ahizeyi yerine bıraktığımda, acı veya vicdan azabı gibi bir şey zihnimin hızlı işleyişini bulandırmaya fırsat bulamadan, bunun, karımla benim sonumuz demek olduğunu son derece tedirgin edici bir açıklıkla kavradım. Birlikteliğimizin sonu, demek istiyorum. Oğlumuz öldüğüne göre, dedim kendi kendime, bir yandan da bu kanıya ne kadar hızlı ve sarih biçimde, ölümle ilk temasta beklenebilecek duyguları tamamen es geçerek vardığıma şaşarak, artık karınla birlikte yaşamaya devam etmeniz için hiçbir sebep yok.”[1]
Yukarıdaki alıntıyı öylesine ya da rastgele seçmedim. Bitmekte olan bir evliliğin kurtarılma aşamasında alınan bu intihar haberi, anlatıcının karısıyla olan ilişkisinin böyle bıçak ucu gibi keskin ve net bir şekilde dile getirilmesi romandaki itirafın ne şekilde olduğunun ipuçlarını okura göstermek istedim.
Farklı kültürlerden oluşan bireylerin birlikte yaşamak zorunda kalmasının aslında bir yerlerde nasıl da zorlu bir şey olduğunu ve bir şekilde bu lanetin üstesinden gelememenin izlerini süren bir roman. Mesafe kat ettikçe, sayfalar çevrildikçe; aile içindeki neredeyse tüm sorunların ana kaynağı bir şekilde ulusal kimlik denilen engele takılıp kalır.
İtiraf etmem gerekirse, küreselleşemeye çalışan dünyada; her ırkın, her rengin ve her türlü inanca sahip insanların birlikte yaşama şansı olduğuna inanan biri olarak romanı ilk okuduğumda (on yıl olmuştur herhalde) biraz muhafazakâr bulmuştum. Oysa anlatım dilini ve biçimini her zaman övmüşümdür; bugün de, o zamanlar da (kuşkusuz çevirmen Roza Hakmen’ın katkısı yadsınamaz). Ama Kader’i tekrar okuduğumda şu aralar, tam da öyle olmadığını gördüm, hayır, kesinlikle muhafazakâr olduğu yönü doğru değil. Sonuçta romancının görevi ahlak dersi vermek değilse eğer, yazar, varolan bir sorunun kaynağına inip sözcüklerle fotoğraflayarak, her ne biçimde olurlarsa da renklerinin en koyu olanını göstermekten çekinmeyebilir, bu da bir şekilde sanatçı sorumluluğudur kanımca.
Yani son olarak diyeceğim o ki, Kader, bir ailede ulusal kimlik duvarına çarpan bireylerin çektiği ıstırapları göz önüne seren derin bir dram. Yine de bu katı engele rağmen; aynı gök çatısı altında kalışımız, belki de çaresizliğimiz, sevgimiz ve bizi birbirimize bağlayan tüm öteki bağlarımız sayesinde geri dönüşün eninde sonunda insana dayandığını söyleyen edebi-estetik yönden bir hayli zengin bir roman…
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (24 Nisan 2018)
[1] Kader, Çeviren: Roza Hakmen, Alef Yayınevi