Dünyaya bakarken, gördüklerimizden çok hissettiklerimizle hareket ederiz. Zihnimizin içinde yerini sürekli yadırgayarak büyüyen kalp, gizemli çukurunda ayrı bir lisanı öğretendir. Kendi dilinin kelimelerine yabancı olan bu lisan, duyusal ve duygusal izlenimlerimizin kaynağını oluştururken tuhaf ve kederli varoluşumuzun sessizliğini de kuşatır. Kimi hislerin zamanına ve kuşattığı uzama sorgusuz sualsiz boyun eğişimiz sessizliğin gerekçesini gözden kaçırmak içindir belki, kim bilir? Hayatın akışkanlığı karşısında kökünü arayan garip çelişkilerimiz çaresini bir başka zihnin ve bedenin zamanına erişmekte; diğerinin kalbine ve ruhuna dokunmakta bulur. Aşk nedir, her nerede ve ne zaman bir sevinç ânının çabasıdır bilinmez; lakin bir başkasının gözünden kendisini görüp anlamlandıramayan insanın yenişemediği tek duygudur sanırım.
Julia Kristeva ve Philippe Sollers’ın konuşmalarından oluşan, Yapı Kredi Yayınları tarafından Aysel Bora çevirisiyle basılan Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, aşk duygusunun zamana ve dünyaya rağmen böyle bir şey var dedirten özgürlüğünü geniş bir toplumsal ve tarihsel bağlam kapsamında ele alıyor. Gördüklerimiz ve hissettiklerimiz arasındaki uçurumun derinliğini içten, abartıdan uzak ve estetize etmekten çok hakikati ortaya çıkaracak bir ustalıkla kavrayan psikanalist, edebiyat teorisyeni, yazar ve düşünür Julia Kristeva ile yazar Philippe Sollers, farklı tarihlerdeki ve mekânlardaki konuşmalarında aşkı, kendi kişisel tarihlerinin ve evliliklerinin bilinç-duygu alanına yaklaştırıp uzaklaştırıyorlar. Aşkın insanla ve hayatla yenişemeyen lisanına, kabullenilmiş uyumsuzluğumuza daha önce karşılaşmadığımız bir dil yardımıyla yanıt veriyorlar. Bu sayede bize geniş bir perspektif aracılığıyla hayatı, ilişkileri, geçmişi, şu an içinde yaşadığımız çağı ve en önemlisi kendinde bir varlık olarak insanı yorumlayabilmemiz adına olanak tanıyorlar.
Böylesi bir çabanın kıymetli olduğunu söylemek abartılı bir bakış açısını kuşatmayacak diye düşünüyorum; çünkü bizim gibi gelişmemiş toplumların insani ilişkilerde ve özellikle aşk denen karmaşık hissi yaşayışta pek de başarılı olmadığını itiraf etmek gerekiyor. Bir diğerinin varlığına muhtaçlık ile doğrudan teslimiyete odaklanan ilişkilerin içeriğini sorgularken (içinde yaşadığımız toplumu düşünürsek) ard alanını psikanaliz, edebiyat, sanat ve sosyal bilimler ile besleyerek önemli referanslar, yazarlar, kitaplar ve düşünürler dolayımıyla somutlaştırıyorlar. Şüphesiz kitabı okumaya başladığınız ândan itibaren karşılaştırmalı bir gayeye boyun eğiyorsunuz. Varoluşunuzdan ve çocukluğunuzdan başlayarak aşkın maruz bırakma ve maruz kalma kapanı mı yoksa akıntıya karşı özgürleşmiş bir içsel deneyim mi olduğu sorusunu kendinize sorduğunuz vakit kitabın sorgulatan, kafa karıştıran, bazen yoran ve eleştiren evreninde tekrar tekrar dolaşıyorsunuz.
Kitabın başlığını seçme sebeplerini ayrı önsözlerle açıklayan Kristeva ve Sollers, tanıştıkları 60’lı yılların Fransa’sından yola çıkıyorlar. Ortodoks Hristiyanlıktan, Platonculuk-Yeni Platonculuk’a, Freud’dan Lacan’a, Alman felsefesinden Yunan mitolojisine, Fransız ve Rus romancılığından, Çin kültürünün değişim aşamalarına, Hegel’den Heidegger’e, Rousseau’dan Kafka’ya, Nietzsche’ye, Mallarmé’ye, Rimbaud’a, Dante’ye, Fransa tarihinden Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar kapsamlı bir izlekle, Sartre ve Beauvoir, Aragon ve Elsa, Danielle ve François Mitterrand ile Arendt, Klein ve Collette’yi anarak ilerledikleri uzun yol boyunca olunması gereken yer ve tekilliğin bir evlilikte özgürleştirilmiş, farklılığı mühimseyen alanı nasıl olur sorusunu cinsellik, çocukluk, bilinçdışı ve göstergebilim öncülleriyle detaylandırıyorlar.
Kendi deyişleriyle kadim evlilik müessesiyle dalga geçmeden, birinin kurban konumunda olduğu çatışmayla, beri yandan iki ayrı varlığı devam ettiren bir kaynak-yer olarak evliliğe, içsel deneyimi açıklayan güzel sanatların bir dalı gibi yaklaşıyorlar. Böylece Thomas de Quincey’nin Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet ve Michel Leiris’in Bir Boğa Güreşi Olarak Edebiyat kitaplarından esinlenerek koydukları başlık alışık olmadığımız bir yöntemle buluşuyor. Ayrı ayrı metinler olarak neden yazma tercihinde bulunmadıkları sorusu kitabın ilerleyen bölümlerinde sizi -konuşmaya atfedilen önemin sırrını anlamanız için- bir başka alana davet edişleriyle nihayetleniyor: dil. Bu alanın sihirli yanını Kristeva ve Sollers’ın kitabın içinde anlattıkları anekdotlar aracılığıyla duyumsayabiliyoruz. İki farklı çocukluk deneyimi yaşayan (ki Kristeva aşk ilişkisine bakışın çocukluktan başlayarak yapılandırılacağını belirterek ve gerekçelerini sunarak, Sollers de deneyimin öğrenme ile olan bağını vurgulayarak konuşuyor) Kristeva ve Sollers, tekilliklerini, özgürlüklerini ve yaratıcılıklarını dramatik bir biçimde terk etmeden evliliklerine nasıl dahil ettiklerini tanımlıyorlar. Akıntıya karşı içsel deneyimlerini olumlu karşı önerilerle besliyorlar. Konuşarak ve konuşarak. Kitabı bütünleyen yöntemin kavramsal çerçevesi Kristeva ve Sollers’ın tartıştıkları konuların yanı sıra metnin kendi yapısını ve dokusunu da oluşturuyor. Diyalojik olanın bilinç ve bilinç dışı aktarımları, kitaptaki konuşma metinleri aracılığıyla yine metnin içine yerleştiriliyor. Kitabın metinlerarası göndermelerinin de bu sayede daha anlamlı kılındığını söyleyebilirim.
Bulgaristan’da, çocukluğunda, Alfabe Bayramı’nda herkes bir harfi üzerinde taşıyarak gösteri yaparken Kristeva da bir harf oluyor ve bir sürü harf arasında bir harf olmanın, deneyimi, başka bedenlerin arasında başka bir beni nasıl oluşturduğunu ve dil aracılığıyla yaşanan bu deneyimin yol bulma/arayış ölçütü olarak nasıl içselleştirildiğini örnekliyor. Bu bağlamda insanın kendinde yolculuk eden ben olarak kimlik inşasını ve yıkımını sürekli yeni doğuş ile nasıl yapılandırdığını açıklıyor. Ayrıca konuşan bir uzam olarak bedenin varlığının gözden kaçırılmasının olumsuz etkisini yine dil üzerinden verdiği örneklerle adlandıran Kristeva, hatırlamak ve unutmak arasındaki belirleyici unsur olarak deneyimde dilin ve üslubun devingen rolünü vurguluyor. Aşkın ötekini bir öteki olarak tam anlamıyla kabul etmekle tanımlanabileceğini söyleyen Sollers’a karşılık Kristeva aşkın sadakat ve sadakatsizlik arasındaki incelikli karışımdan çıktığını ifade ediyor. Kuşkusuz birbirine içkin hali ile bağlanan tüm kavramlaştırmalar aşkın işaretlerine, deneyimine, diline, bedenine, varlığına ve yoğunluğuna atıfta bulunuyor.
Günümüz dünyasının iletişim kaynaklarına ve araçlarına da vurgu yaparak geçmiş/şimdi arasındaki bireysel/toplumsal farklılaşmayı, aşırı iletişimin yol açtığı yabancılaşmayı, kurgulanan bireyselliklerin sebep olduğu takıntıları, fantazmaları ve korkuları, ait olmaktan çok kendini aşmaktan haz alan özgürlüğün yalnızlığını eleştiren, bu eleştirilerini tarihsel bağlamı içinde değerlendiren Kristeva ve Sollers, kitap boyunca, birincil hedefi kendi birliği olan insanın tutku, kıskançlık, mahrem, bağımsızlık, güven, arzu, inanç gibi duygularını ve bu duygular nedeniyle tekil ve karşılıklı çatışmalarını da ele alıyor. Her okurun kitap boyunca farklı okuma deneyimlerine sahip olacağını düşünüyorum. Bu süreç, tıpkı akıntıya karşı bir içsel deneyim gibi, insanın kendi yaşanmışlıkları, ilişkileri ve var olduğu toplumun hakikatleri ile buluşacağı için hem öz-yıkım hem de yeniden yapım aşamasına yardımcı olacak. O halde, Kristeva ve Sollers’ın bir kitabın içindeki dört bölüm boyunca gerek kendileriyle gerek birbirleriyle olan uzun konuşmalarını tamamlayıp üzerine düşünmeye başlarken Kristeva’nın aşk ve evlilik hakkındaki iki cümlesini birbirimize soru olarak yöneltelim ve birbirimiz arasında yolunu deneyimiyle bulacak uzun ve yeni bir konuşmayı başlatalım:
“Aşk, dilde yorulmak bilmeyen bir arayış içindedir ve ben size aşkın ancak o ikili arasındaki anlatılamaz, adı konmayan şeyi söyleyebilme kapasitesiyle tutunduğunu, ancak bu şekilde var olabildiğini düşünmenizi öneriyorum.”
Bu, mümkün müdür gerçekten?
“Doğrusunu söylemek gerekirse, evliliğin olabilecek tek anlamı tekilliktir. Zamanın ve dünyanın ötesinde bir birleşmeyle adeta ölmeyi bir yana bırakırsak, ne anlık romantik bir “yıldırım aşkı” yanılsamasıdır ne de tek sesli orkestra halinde “birbiri içinde erimiş” çiftin mükemmelliği. Hayır, iki tekilliğin evliliği, dayandığı yasadan çok, hiç eksik olmayan zorluklara da mutluluklara da direnen sarsılmaz bir inançtan güç alır: “Olunması gereken yer burasıdır” inancı.”
Ve, olunması gereken yer burasıdır inancı acaba bizim bilmediğimiz, aslında aramak istemediğimiz bir yönü mü işaretler?
Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, kitabı tamamladıktan sonra okumaya devam edeceğiniz, sorular soracağınız, eleştireceğiniz, değişik bakış açılarıyla besleneceğiniz görünüşte kısa ve fakat içerikte oldukça uzun bir metin.
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (27 Nisan 2018)