“Ben” dediğimiz şeyin parçalandığı, öznenin kendi hakikatinden uzaklaştığı, bireyin varlık sorunlarının daha da derinleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Seslerin birbirine karıştığı, varlığın konuşmasının bir mırıltı haline geldiği, ifadenin “kekeme”leştiği bir insanlık durumu bu. Ayrıca insan, kendisinden, kurumların, sistemlerin ve gelişen teknolojilerin biçimlemeleri nedeniyle uzaklaşırken, farklı farklı benlerle ortada salınır hâle geldi. Böylece insan, bu durumuyla dünyada bir bekleyiş içerisine hapsoldu “ölüme doğru” bir bekleyişti bu ve başkasının ölümünü deneyimlemeyi, tanık olmayı çaresiz kalmayı getiriyordu. Bu çaresizlik içerisinde debelenen öznenin belki kaçış için kendisini aramaya, ben’i bulmaya, içine dönmeye çabalaması gerekiyordu. Ama birey olmanın önüne geçiren dayatmalar, toplumun üzerinden hiç eksik olmayan gözü daha çok yönsüzlük, kendisinden uzaklaşma ve kaybolma getirdi. Artık ne bir oluş söz konusuydu ne de hiçbir şey olmayı kabul ediş. Bu arada varlık sıkıntıyla, kederle, kendi ben’inden çok uzakta bir yerlerde, hayatta olan ama yaşamayan bir şeyin temsiline dönüştü.
Orçun Ünal’ın “Bu Ben Değilim” adlı kitabının okuru soktuğu ruh hâli yukarıdaki gibi tasvir edilebilir sanıyorum. Boşluk ve hiçlik içerisinde kaybolmuş, önce tanrısı, sonra kendisi ölmüş öznenin dünyadaki çileli varlığı ve arayışları Ünal’ın öykülerinin genel teması olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekliğin olmadığı, hakikatin derinlerde gizlendiği, hiçbir şeyden emin olunamayan bir çağda varlığın rüyalarla, sanrılarla, zihninden geçenlerin karmaşasında kayboluşunu, dilin tutukluğunu, sesin söze dönüşememesini taşımış öykülerine yazar. Kısacası, “Bu Ben Değilim” adlı öykü kitabı için kendiliğini kaybetmiş ben’in sesini arayan öykülerden oluşuyor diyebiliriz.
Ünal “Bir Rüya İçin Ağıt” adlı öyküsünde sözünü ettiğimiz kendiliğin kaybını bir çocuğun trajik olarak tanımlanabilecek hikâyesi üzerinden anlatıyor. Bu hikâyede sadece rüyalarında istediği “ben” olabilen bir çocuktan söz ediliyor. Rüya dışı yaşamında, ne giyeceğinden, hangi müzik aletini çalacağına, büyüyünce ne olacağına kadar karar verilen, yaşamı tahakküm altına alınmış, yaşına hiç uygun olmayan şekilde takım elbiselerin içine tıkılmış, şimdiden geleceği başkaları tarafından belirlenmiş bir bireyin temsili olan karakter, aslında kaldırım kenarında bekleyip, kedileri arabaların altında kalmaktan kurtaracak bir kahraman olmak istiyor. Ancak onun kim olacağına, nasıl bir ben’e dönüşeceğine aile kurumu tarafından karar verilmiş ve denetimli, çocukluğu çalınmış, bireyliği esir edilmiş, arzu ettiği öznellik yalnızca rüyasında gerçek olan bir varlığa dönüşmüş. Bu öyküde bir çocuğun karar verilmiş varlığıyla yüz yüze getiriyor bizi yazar, öznenin inşa edilişini ve bireyin “ben” olmasınınönünün nasıl kesildiğinin de altını çizmiş oluyor böylece. Dünyada bireyin kurgulanmış varlığının dışına çıkmasının mümkün olmadığını, çocuğun ancak rüyasında kendisi olabilmesiyle göstererek anlatıyor: Rüya diyor, bireyin kendisi olabilmesi, sadece rüya.
Orçun Ünal’ın öykülerinde tanrı imgesi de epey yer ediyor. Dünyada sığınaksız kalmış bireyin içine düştüğü buhranlı ruh hâli ve buna uygun karanlık atmosfer okuru içine alırken, kendisinin yaşamdaki konumu üzerine düşündürüyor. Örneğin; “Zemini Beklerken” adlı öyküsünde yazar, Tanrı’nın ölümünü onun yerini alan binalarla ilan ediyor. Bu öyküde insanın tanrısı beton binalara dönüştürülürken,yazar ayrıca tanrıyı zemine indiriyor. Her gün üzerine basıp geçilen, tükürülen, çöplerin konulduğu yer olan zemin artık tanrı diyor. Burada belki şöyle bir bağlantı var. İnsan eski çağlarda, doğaya henüz hâkimiyet kuramadığı dönemlerde gök gürültüsünden, afetlerden, kara kara bulutlardan korkuyordu ve bu nedenle tanrıyı daha çok gökyüzünde bir yerde tahayyül ediliyordu. Oysa binaların tanrıya dönüştüğü yerde gökyüzü de gözden kaybolmuştu, onu görmek için çabalamak, binaların karnından geçip, bağırsaklarını parçalayıp, yukarıya çıkmak gerekiyordu. Ama orada bile yoktu tanrı, insan onu yanlış yerde arıyordu. Tanrı zemine inmişti, dünyanın en kirli yerinde, tükürükler içinde varlığını sürdürürken, insan için yapabileceği bir şey kalmamıştı. Tanrı insanı terk etmişti, dünyada birey için varlık sadece hiçkimseye karşılık geliyordu ve kurtuluş gökyüzünde bulutlara ulaşarak değil, betondan bir putun ayaklarında ölüme teslim olarak gerçekleşiyordu. Orçun Ünal bu öyküde tanrıyı yere indirerek, beton binaları tanrı ilan ederek, günümüz insanına eleştirel bir bakış getirirken, bireyin kendi eliyle yaptığının, onun varlığı üzerindeki etkisine de dikkat çekiyor.
Orçun Ünal’ın farklı teknikler denediğine de tanık oluyoruz kitapta. Örneğin; “Quartet” adlı öyküsünün birinci bölümünde bütünlüğü kaybolmuş bir ben’in zihninden geçenleri üç ayrı yazı tipinde, üç ayrı cümleyi art arda kurarak anlatmaya çalışıyor;
“çukurun başında duruyorum biraz önce içinden çıktığım çuku-
tanrı beni seviyor seviyor ama pek göstermiyor sevgisini yüreği
çünkü diyor sebep gelmiyor aklına aklı karışmış bulanmış artık zihni…”
Anlatı kesik kesik devam ediyor, okuma çabası gerektiriyor ve nedeni üzerine düşünüyoruz. Benim fikrimce Ünal, parçalanmış bir ben’in sesinin de parçalı olacağına artık sözün bütünlüklü bir ifadeye dönüşemeyeceğine, dili de varlığı gibi arada bir yerde sallanıp duran, ifadesiz bir bireyliğe gönderme yapıyor. İfadenin yapısının bozuluşu ve dilin imkânsızlığı da denilebilir buna.
Ünal, öykülerinde yazıyla düşünüyor, düşünce bir ifadeye dönüşürken dilin sadece imkânları değil, ifadeye imkân tanımayan yerdeki sessizliğini de karşımıza çıkıyor. Kendine dönen, içine kıvrılan, içinde hesaplaşan, yadsıyan anlatmayı hem mümkün hem de mümkün olmayan yere konumlayan bir hâlin “tasvirini” sunuyor. Yazar aslında bir bakıma varolamamışın sesini arıyor ancak tıpkı sözünü ettiği varlık durumunda olduğu gibi olmayan şey içe dönüyor, kendi olamayanın sözü de bir şekilde açık olamıyor çünkü olmayan şey dilde de bireyde de hiç’e karşılık geliyor. Bu açıdan düşündüğümüzde Ünal “hiçliğin” dilinin suskunluğunu ifade etmeye çalışıyor belki de.
Orçun Ünal’ın öykülerinin her biri kendi içerisinde anlamını bulan, kendilik kaygısını ortaya koyan, tüm biçimlemeler göz önüne alındığında “ben” diye bir şey mümkün mü sorusunu sorduran, rüyayı gerçeğin önüne yerleştiren, yaşama karşı ölümü önceleyen, içi içe geçmiş benlerin, tek başınalığın mümkünsüzlüğünde kaybolmuş ruh hallerinin, yalnızlığın, yazının, yazarın, heykelin, gönderilmiş ve gönderilmemiş mektupların, kendi dilini arayanların, sesi kaybolmuşların öyküleriyle buluşturuyor okuru. Yer yer başka metinlere, başka dillere gönderme yapıyor, anlatıyı parçalıyor, bizi başlangıcı ve sonu belli olmayan yollarda dolaştırıyor. Aslında üzerine düşününce Ünal, kaybettiğimiz kendimizi ve suskunluğa meyletmiş sesimizin, hiç hissetmelerimizin dilini arıyor.
edebiyathaber.net (14 Mayıs 2018)