Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Orçun Ünal “…yazmak dünyayla ödeşmenin tek yoluydu” diyen bir yazar. Bu Ben Değilim, onun ikinci kitabı. Everest Yayınları tarafından okura sunulan bu kitap gelenekselin dışında unsurlara sahip… “Öykü” kategorisinde basılsa da, kitabın yazarı metinlerin çoğunu –Bilge Karasu misali– “metin” olarak adlandırıyor. Adlandırma ne olursa olsun üzerinde titizlikle çalışıldığı belli. Özellikle biçimsel açıdan baktığımızda, farklılıklarıyla dikkat çekiyor. İnce bir işçilik barındıran ve okuru kendi ben’ini sorgulamaya davet eden bu kitapla ilgili yazarına sorularımız vardı:
“Öykü” adına neler söylemek istediniz “Bu Ben Değilim” derken?
Bu kitabı yazan ‘ben’ değilim. Kitapta anlattığım kişi de ‘ben’ değilim. Çünkü ben bir yanılsama, bir yalan. Özü, tözü olmayan, parçalı, paramparça bir yapı. Ama aynı zamanda insanlığımızın, birey oluşumuzun ayrılmaz bir parçası. Acıyı çeken ben’dir. Acı çekerken bunu inkâr etmek imkânsızdır. Çağdaş benlik, yola böyle bir tezatla çıkar. Başka uyuşmazlıklar da vardır içinde. Olduğuyla olmak istediği, yaptığıyla yapmak istediği, bedeniyle bilinci arasındaki bölünmüşlüktür bu. ‘Ben’ dediğimizin bazen itaatkâr davranmadığını fark ettikçe daha da bölünür, kendimize yabancılaşırız. Bu bölünmüşlük düşüncesi ve hepimizin içindeki boşluk hissi, kitabımın iskeletini oluşturuyor. Bu bölünmüşlüğü aşıp aşamayacağımız ve boşluğu neyle dolduracağımız sorusu, temel sorulardan ikisi.
Öykü konusuna gelirsek, yazdıklarımın çoğunu “öykü” olarak adlandırmıyorum. Onlar kısa öykü uzunluğunda metinler sadece. Ne gerekirse, nasıl gerekirse onu kullanıyorum. Var olmayan ama varmış gibi görünen bir ben’in, kendi içinde parçalara bölünmüş bir ben’in gereksinimlerini karşılamak için her yola başvuruyorum. O yüzden metinler parçalanırken edebî türler de geçirgenleşiyor, biçim içeriğe uyup gelenekselin ötesine geçmeye çalışıyor.
Biliyoruz ki öncesinde bir de “Dekadans ve Ölüm” vardı. Oradan buraya gelirken nasıl bir yolculuk geçirdiniz? İlk kitap ve ikinci kitap arasındaki yol nasıldı? Bundan sonraki yolculuğunuz için hangi rota(lar)da ilerlemeyi düşünüyorsunuz?
“Dekadans ve Ölüm” ile “Bu Ben Değilim” arasında keskin bir çizgi olduğunu düşünmüyorum. Ama okuyanlar için bir fark olacaktır mutlaka. “Dekadans ve Ölüm” yedi sekiz yıllık yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir yazım sürecinin sonucuydu. Üç buçuk yıllık bir üretimin ürünlerini içeren “Bu Ben Değilim” ise daha bilinçli ortaya çıktı sanırım. Öncelikle bile isteye bir sadeleşmeye gittim. “Dekadans ve Ölüm”de bolca bulunan biçimsel sivrilikleri törpülemeye gayret ettim. Hepsinin kaybolduğunu söylemek doğru olmaz. Bu biçimsel denemeler benim alametifarikam biraz da. İkincisi, dil üzerinde ilk kitaba oranla daha uzun süre ve farklı yöntemlerle çalıştım. Üçüncüsü, metinlerimi “Dekadans ve Ölüm”e oranla daha fazla insana okuttum, fikirlerini aldım, eleştirilerini dinledim, kulak ardı etmeden benimsedim ve ona göre davrandım. Dördüncüsü, bazı noktalarda kendime meydan okudum, aniden bambaşka yönlere çevirdim rotamı. En önemli farklar bunlardı sanırım.
Bundan sonraki yolumda, daha çok okumayı, daha da bilinçli yazmayı ve hâlihazırdaki izleklerimden biraz olsun uzaklaşmayı hedefliyorum.
Akademik çalışmalar da yapan bir yazar olarak, hayat-hikâyât arasındaki o gelgitte dengeyi nasıl sağlıyorsunuz/ya da sağlayabiliyor musunuz? Neler getiriyor “akademik” bakış? Öykü yazarken bir şeyleri nasıl değiştiriyor/etkiliyor?
Akademik ve edebi yazım arasındaki dengeyi ben sağlamıyorum, onlar beni dengeliyor diye düşünüyorum. İkisinin yazım amaçları, üretim yolları ve ulaştığı kitleler çok farklı. Bir tarafta kendimi boşlukta hissedince diğerine sarılıyorum. Esasında, kendimi genel anlamda yazmak konusunda boşlukta hissedince zor oluyor her şey. Kelimeler, cümleler taşımıyor insanı o zaman. Öyle olunca ben de kâğıt başında, bilgisayar başında etkin olmayı bırakıp dünyaya karışmak istiyorum. Ağaç dikmek, tiyatro yapmak, birilerine yardım etmek, enstrüman çalmak… Hakikaten bir şeyleri değiştirmek ve bunu hemen gözlemleyebilmek. Edebiyat da akademik çalışma da bu imkânı sunmuyor. Performatif eylemler değiller çünkü. Yankılarını, etkilerini geç buluyorlar. Halbuki gitarın tellerine dokunsam ve güzel dokunsam mutlaka birkaç kişi dönüp bakar bana. Bakmaları mesele değil. Bir şey değişir iç dünyalarında. Mesele bu: ânın gücü.
“…çünkü yazmak dünyayla ödeşmenin tek yoluydu” diyor Anlatıcı, “(O(sman Hamdi) Homem Duplicado)” öykünüzde. Yazarak nasıl “ödeşiriz” dünya ile?
Bu, önemli bir soru. Benim için, yazma eyleminin temelinde bir itiraz var. Bu, değiştirilmesi güç ya da imkânsız şeylere karşı bir itiraz. Geçmiş, zamanın geri döndürülemezliği, yaşlanmak, ölmek ve acı çekmek gibi… Bu olgulara, gerçeklere itirazımız onları değiştirmiyor. Biz de o zaman ne yapıyoruz? Sanatı kullanıyoruz. Kalemi elimize alıyor, yeni bir dünya yaratıyoruz. Bizi var eden evrenin üzerine bir evren inşa ediyoruz. Bir kaçış değil bu, bir direniş, bir boyun eğmeyiş. Yazarak direniyor, direnerek var oluyoruz. Yazmak eylemi bu anlamda var olduğu şekliyle dünyayla, yaşandığı şekliyle geçmişle ödeşmektir.
“Tanrı, varoluş, sonsuzluk, ölüm, rüya…” gibi kavramlar ve hayata dair sorgulamalar yer alıyor kitabınızda. Özellikle biçimsel açıdan birçok farklılık barındırıyor öyküler. Dil de pürüzsüze yakın… Kaç yıllık bir çalışma ve nasıl bir birikim/çaba/emek sonucu ortaya çıktı kitabınız?
Öykülerin yazım süreci yaklaşık üç yılı kapsıyor. Esas çalışmayı dosyayı oluşturma sürecinde yaptım. Öncelikle elimdeki öykülerden hangilerini dosyaya dâhil edeceğim meselesi vardı. Her metin, yazarı için değerlidir tabii, ama insan yaş alıp deneyim kazandıkça körlüğünü üzerinden atıp kendi metinleri için bir tat geliştirmeye başlıyor ve eleme yapmak kolaylaşıyor.
İkinci adımda, eşimin ve Eyüp Tosun, İlker Aslan, Rasim Emirosmanoğlu gibi dostlarımın da yardımlarıyla, dil üzerinde çalıştım. Amacım, dilimi bütün yanlışlardan, fazlalıklardan ve tekrarlardan arındırmaktı. Bu kitapta ilk defa metin analiz programları kullandım. Bu, bazılarına fazla mekanik gelebilir. Ancak bilgisayar programları bizim yakalayamadığımız fazlalıkları, pürüzleri ve tekrarları kolayca, hızlıca yakalıyor ve sıralıyorlar. Aslında sıkıcı, monoton bir süreç olduğunu da itiraf etmeliyim. Bir süre sonra kendi metinlerinize yabancılaşıyorsunuz. Ama bu yoğun çalışmanın çok faydasını gördüm. Yüzde yüz değilse de metinlerimin dilinden oldukça memnunum. Dönüp bakınca beni irkiltecek hatalar kalmadığını görüyor ve rahatlıyorum.
“Derinlerde, çok derinlerde dünyanın temeli ve Tanrı’nın tek yüzü denebilecek bir şey, çatır çatır çatlıyor. Sessizce ve yavaş kimsenin farkında bile olmadığı boşluklar oluşuyor. Tam burada hikâye bitiyor. Halbuki hiçbir şey gerçekten bitmez, biliyorsun. Yalnızca susulur, o kadar. Boşluklar da cabası.” satırlarının altını çizmişim “Sessizliğe Bakmak, Boşluğu Dinlemek” öykünüzdeki. Altı çizilesi daha birçok satır var. Postmodern tekniklerle dilin imkânlarını iyi harmanlamışsınız. Dilinizin imkânlarını nasıl kullanırsınız/ genişletirsiniz bir yazar olarak?
Çoğu genç yazar anlatının yollarını genişletiyor ya da genişletmeye çalışıyor. Esasında denediğimiz birçok şey önceden yapılmış, benzerleri çoktan yazılmış. Okudukça bunu fark etmemek elde değil. Bir de dil ve coğrafya engeli dolayısıyla ulaşamadığımız, okuyamadığımız eserleri düşününce neleri kaçırdığımızı hayal etmek bile zor. Yine de yapaylığa kaçmadan ve içerikle birleştirmek kaydıyla her türlü biçim denemesi yapılabilir.
Dil konusu, biçim konusundan biraz daha meşakkatli. Dilimiz bize neyin nasıl söyleneceği konusunda sınırlar koyuyor. Bu engelleri, sınırları farklı yöntemlerle kısmen aşmak mümkün. ‘50 Kuşağı öykücülerinin yaptığı gibi yeni kelimeler türetmek, klasik söz dizimiyle oynamak, cümleleri eksiltmek ve daha bunun gibi birçok şey… Diğer bir yöntem olarak, duru, doğru ve bütün ağırlıklardan kurtulmuş bir dil de kurulmaya çalışılabilir. Bir tür minimalizm tercih edilebilir. Belki de en zor olanlarından biri bu. Fazlalıklardan kurtulmak, arılaşmak, dilin kurallarına uymak ama yine de derdini en iyi şekilde anlatmaya gayret etmek.
“Bir Rüya İçin Bir Ağıt”ta, “…Halbuki bir çocuğun giyebileceği en güzel şey pijamadır, değil mi? Pijama yataktır, uykudur, rüyadır, kaçıştır. Dünyadan çıkış yollarını yalnızca pijamalı çocuklar bilir.” demiş anlatıcı. Rüya ayrı bir âlem midir yazar için ayrı bir alem mi yoksa? Nasıl besler yazar(lar)ı rüyalar?
Düş, siz içindeyken düş olduğunu, geçici olduğunu ele vermez. Rüyaların usul usul inandıran bir tavrı vardır. Bitmesi gereken yerde de biter. Geriye yalnızca bir his kalır. Elle tutulabilir, somut bir yaşantı değildir bu. Tam olarak bir histir. Belli belirsiz, etkisi yavaş yavaş silinen, yitip giden bir duygu. Edebiyatta da bunu yakalamaya gayret gösteriyorum sanırım. Somut, tarif edilebilir, betimlenebilir bir duyguyu değil, açıklamaya çalıştıkça insanın elinden kaçan, değişen bir hissi aktarmaya çalışıyorum. Rüyalar da böyledir, siz anlatmayı denedikçe kaçar, şekil değiştirirler. Sonunda tamamen unutsanız da sizde bir iz bırakmışlardır.
“Susmanın tadı başkadır, parantezler içinde konuşmanın tadı bambaşka. Hem söyleyip hem susmaktır parantez. Kendi kendine konuşmaktır. Söyleyip duyulmamak, sesleri içine içine akıtmaktır. Hepimiz konuşup hiçbirimiz duymadığımıza göre dev parantezler gibi yaşıyoruz.” denmiş öykünüzde. O dev parantezlerin içi nelerle dolu şu zamanda?
O parantezlerin içi yazıyla dolu. Yazmak ilk adımda susmak, kendi kendimizle konuşmak, bir ikizleşmek durumu. Parantezler, bizim iletişim bariyerlerimiz. Günlük dilin içine sığmayan anlamlar var. Ne kadar güzel konuşsanız da sözlü dilin hızlı akışına yetiştiremediklerimiz var. Yazmak ise bir sükûnet, bir dinginlik durumu. İçeriden fokur fokur kaynayan bir sessizlik hâli. Parantezlerin arası, günün sonunda söyle(ye)mediklerimle dolu. Sessizliğin de sesini bulmak gerekli. Yazı belki de bunun en güzel aracı.
“Zemin’i Beklerken” öykünüzde şöyle bir kısım var: “Birlikte içine sığacakları, sığınacakları bir hayal kurdular. Her gün orasından burasından yamadıkları koca bina gözlerinin önünde yıkılıverdi. Oysa ne emeklerle yükseltmişlerdi onu. Dımdızlak açıkta kaldılar. Ölmediler. ‘Bir hayale inanmakla ölünmüyormuş.’ dedi birincisi. ‘Bir umut öldürüyor insanı,’ diye düzeltti diğeri. İki dost, iki sevgili, iki kardeş, iki yabancı, iki düşmandılar.” Bachmann’ın Malina’sındaki o meşhur sözleri aklıma getirdi: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…” Bu bağlamda, edebiyat ile faşizm arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Edebiyat en kötü hâliyle bile anti-faşizan bir tavırdır. Çünkü bir iletişimdir. Anlatmak ile anlamak isteyenin ilişkisidir. Diğer yandan, edebiyat kötü amaçlara da hizmet edebilir tabii ki. Ayrıştırabilir, bölebilir, aşağılayabilir. Bir anlayış geliştirmek yerine anlayışsızlığı yayabilir.
Faşizmin iki insan arasında başladığına ise kesinlikle katılıyorum. Zulüm, önce iki insan arasında, mikro ilişkilerde kendini gösteriyor. Karşımızdakinden faydalanma çabalarında, ilişkilerimizi fayda ve üstünlük üzerine kurmamızda yatıyor faşizm. Birbirimizi anlamaya, empati kurmaya gayret göstermeyişimizde saklanıyor faşizm. Edebiyatın tam tersi bir amaca hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum. Edebiyatın günlük hayatta yıkılamayan duvarları yıkıp, gösterilemeyen gerçekleri göstermesi, gündelik dille dillendirilemeyen düşünceleri aktarması gerektiğini düşünüyorum. O zaman anlamını daha kolay bulacaktır.
edebiyathaber.net (4 Haziran 2018)