Sıcak bir haziran günü Galata Mevlevihanesi’nin duvarına yaslanmış ağlarken, bilincimin şiddetle kapandığını hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda odada uzanıyor, İstanbul’un eşsiz boğaz manzarasını ahşap pencereden izliyordum. Ne süre bakakaldım bu görüntüye emin değilim. Başımı camdan çevirince odada bir gölgenin kıpırdaştığını hissettim. Yüzümü yavaşça bilinmeze doğru döndüm. Kaygılandığımdan yataktan kalkmayı tasarlamıştım ki siluet beni omuzlarımdan tutup sakinleştirdi.
“Korkmana gerek yok. Çok şükür iyisin. Uyumana bak. Kendine gelince konuşuruz,” Yüzümü tekrar manzaraya döndüm. Denizin üzerindeki ufak balıkçı teknelerini seçebiliyor, Karaköy’e yanaşmaya çalışan bir vapuru seyrediyordum. Vapurdan inenler yavaşça resmin öteki parçalarına dağılıyorlardı. Gecenin karanlığı ağır bir teselli gibi ışığa çöreklendiğinde hemen uzandığım yerden kalktım ve düşünmeye başladım. Yaşamımla ilgili hiçbir anıyı hatırlamadığımı fark ettim aniden. Ne adıma ne geçmişime ne zihnime erişebiliyordum. Yastığa sarılıp sırtımı döndüm ve ağlamaya başladım. Hiçbir şey bilmiyordum.
“Bazen unutmak yaşamın yegâne tesellisidir. Kaybettiklerinin yasını tutma… Yüce Allah zamanı geldiğinde sende olanı sana verecek bunu bilir bunu söylerim,” dedi Şeyh Efendi. Tabağındaki kayısılardan birini alıp yanındaki ufaklığa uzattı ve gülümsedi.
“Ya büyük bir günah işlediysem ya iyi biri değilsem!” dedim korkuyla. Şeyh Efendi çocuğun saçını okşadıktan sonra gitmesi için eliyle işaret yaptı. Yer sofrasında ikimiz kalmıştık. Kırışmış ve sarkmış suratını yakınlaştırıp parlak kahverengi gözleriyle yüzüme yakinen baktı. “Sen çamura bulanmış kuş tüyüsün,” diye fısıldadı bana Şeyh Efendi ve yemeğine kaldığı yerden sessizce devam etti.
Geceleri kâbuslar görmeye başladığımdan erkenden kalkıp Mevlevihane’nin bahçesi ile ilgileniyordum. Çalıları budayıp gülleri ve papatyaları suluyor, işlerimi bitirince yaşlı meşe ağacının altına uzanıyor, bulduğum kitapları okuyordum. Güneşin parıldadığı vakitlerde içimi yoğun bir sıkıntı kaplıyor, bostanda etrafıma bakınıyor, geçmişimden bir şeyler hatırlamayı umuyor ve sürekli aynı hüsranı yaşıyordum.
“Kimsin sen?” Okuduğum kitaptan başımı kaldırıp şaşkınlıkla baktım. Şeyhin yanında gördüğüm genç talebeydi bu. Kitabı kapatıp sıçradım yerimden.
“Bilmiyorum,” Genç talebe sinirlenip ağaca doğru itti beni. Sırtım meşenin gövdesine çarptı fakat canım yanmadı. Kıyafetimin yakasından tutup öfkeyle çekiştirmeye başladı.
İnatla: “Kimsin sen!” diye bağırmaya devam etti. Cümleler o kadar hızlı çıkıyordu ağzından ve kolları hışımla hareket etmeye başlamıştı ki dayanamayıp bağırdım: “Hiç kimse!” dedim çatallı sesimle. Çocuk cevabımı duyunca geri çekilip ekledi: “Benimle gel.” Birlikte bahçeden Mevlevihane’ye girip hiç görmediğim esrarengiz odalardan geçmeye başladık. Sahneye benzer bir yere vardık. Ortası gün ışığı alan yerin hizasında durup nurun altına yavaşça itti beni ve hiçbir söz söylemeden gözden yitip gitti.
Etrafımdaki semazenleri gördükten sonra yüzümü ışığa doğru dönüp omuzlarımı sıkmaya başladım. Ağır işitilen musikinin altında sema edenleri gördükçe aydınlığa daha çok yaklaşıyor, göğsümün tam orta yerinde bir gülün tohumlarının şiddetli kanayışı ve filizlenişini duyumsuyordum. O acı sayesinde: ruhum hem yerdeydi hem gökte! İçimdeki kuvvet veya hissiyat hiç tanımadığım biri olmaya zorluyordu beni. Aydınlığa baktıkça kuş tüyü gibi dağıldı içim ve yavaşça dönmeye başladım: düştüm ve buldum.
*
“Anadolu’dakilerin ahvali nasıl?”
“Elhamdülillah! Ahali sağlığınıza duacı hocam,” dedim dikildiğim yerden. Şeyh Efendi ayağa kalktı ve Mevlevihane’nin bahçesinde turlamaya başladık. Çiçeklere bakındıktan sonra ulu meşe ağacının altına çömeldi ve beni de buyur etti. Karşısına bağdaş kurup oturdum.
“Bir yol var,”
“Hayrolsun hocam, evvela nereye?”
“Öyle değil. Kaybettiklerine erişebilmenin bir ihtimali var…”
“Nedir hocam?” dedim heyecanla.
“Çile… En parlak zihinleri körelten, unutulan vakayı çözen esrar…”
Bahçenin çayırlarına uzanmış gökyüzü ve yıldızlara bakıyor, efsunlu hissiyat karşısında küçülüyor ve sıkışıyordum. Dar alanda kalma korkuma rağmen çileye kapanmayı tasarladım önce. Fikrimden dehşete düşerek vazgeçtim sonra. Binlerce parıltıyı seyrederken eski hayatımı kaçırdığımı, daha mutlu birinin benim hayatımı yaşadığını, İstanbul’un sokaklarında belki de kimliğimle dolaştığını düşündüm. Hissiyat istemsizce gevşememi sağladı ama aniden öfkeleniverdim! Yerimden kalkıp yatakhaneye koştum. Kâğıda ufak bir not yazıp Şeyh Efendi’nin kapısının altından bırakıverdim.
Cemaatle sabah namazından çıkarken iki adamın beni kapı önünde beklediklerini gördüm. Yatakhaneden giysilerimi alıp içeriye girmeden evvel son bir defa yıkandım. Kurulanıp giyindikten sonra Mevlevihane’nin kalbinin odacıklarına doğru yürümeye başladık. Aşağıya indikçe sıcaklık değişiyor, basamaklar daralıyor, göğsümün tam orta yerinde bir sıkışma cereyan ediyordu. Dört kat indikten sonra adamlardan cüsselisi demir kapıyı açtı ve içeri girmemi söyledi. Kapının önünde durdum: Dizlerimin üzerinde zorlanarak oturacağım küçük delik! Görünce hemen kaçmaya yelteniyordum ki adamlar beni sıkıştırıp içeri tıktılar.
*
Hocanın odasına sessizce girip çaydanlığı bıraktıktan sonra aşağı inip bahçenin yeşil çayırlarına bıraktım kendimi. Kavanozumda biriktirdiğim kayısı çekirdeklerini hızla saymaya başladım. Otuz dokuz taneydi. Bugün yediğim kayısının çekirdeği de eklenince vakit tamamdı. Hemen ahşap basamakları çıkıp Şeyh Hazretlerinin odasına girdim tekrar. Okuduğu kitaptan gözlerini kaldırıp bana öfkeyle baktı.
“Affola Şeyhim! Vakit tamam. Çile bitti,” dedim soluklanarak. Kitabın sayfasını kıvırdıktan sonra gözlüklerini çıkarıp gözlerini ovuşturdu.
“Seher vakti çıkarırız onu oradan tasalanma,”
Odadan çıkıp Mevlevihane’nin duvarlarından birine yaslandım ve sokağı izlemeye başladım: Alışveriş yapan kadınları, musiki ile uğraşan gençleri, Rum ahaliyi ve yerde yatan ayyaşı incelerken vakit öldürüyor, sükûnetle bekliyordum.
Hoca Efendi ile dar basamakları inip iki adamın bize katılmasını bekledik. Adamlar gelince uzun koridordan geçip demir kapının önünde durduk. Şeyh Efendi kapının açılması için işarette bulundu. İki adam kapıyı yavaşça açtıktan sonra odada ağır bir gölge belirdi. Gölgenin içindeki yabancı dizlerinin üzerinde duruyor sanki başka bir âlemin içindeymiş gibi oturuyor ve bekliyordu. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından yabancı hışımla yerinden kalktı ve Hoca’nın üzerine atıldı! Şeyhin üzerinde debelenirken bir şeyler anlatmaya çalışıyor fakat kendini ifade edemiyor gibiydi. İki adam yabancıyı üzerinden çekince, Şeyh Efendi hakaretler savurmaya başlayıp onun Mevlevihane’den kovulmasını emretti. Adamlar yabancıyı çıkarırken onlara eşlik etmeye karar verdim: Alt katlardan çıkarken yabancı debeleniyor, konuşmaya çalışıyor, beceremeyince de bacaklarını anlamsızca oynatıp sürükleniyordu. Onu bahçe kapısından sokağa attıklarında iki adam görevlerini bitirdikleri için rahat bir soluk aldı. Ben ise onu duvarın ötesinden gözlüyordum: Yabancı sokağın ortasında durdu ve yolun iki yakasını şaşkınlıkla izlemeye başladı. Yarım saat kadar sonra ise Cadde-i Kebir’e doğru amaçsızca yürüyor ve adam gözlerimin önünden silinip yok oluyordu.
Mert Kozacıoğlu kimdir:
1994 yılında Tarsus’ta doğdum. Mersin Üniversitesi Turizm İşletmeciliği 4.sınıf öğrencisiyim. Bir öykü dosyası hazırlıyor ve zaman buldukça çeşitli mecralarda karalıyorum.
edebiyathaber.net (7 Haziran 2018)