Brezilyalı yazar José J. Veiga’nın 1966 yılında yazdığı Gevişgetirenler Zamanı adlı romanı, kısa süre önce Delidolu Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Genç çevirmen Canberk Koçak’ın emeğiyle okuma şansına ulaştığımız romanın, yazarın dilimize çevrilen ilk kitabı olduğunu belirtmekte de yarar var.
Gevişgetirenler Zamanı, birçok bakımdan üzerinde durulması gereken bir yapıt. Tarihsel gerçeklik bakımından ele alındığında, 1964-1985 yılları arasında ülkeye egemen olan askeri yönetime karşı yazılmış direngen bir metin kimliğiyle öne çıkıyor. Anlatı düzlemi açısından ele alındığında ise alegorik bir yapıtın içine serpiştirilmiş doğaüstü ve gerçekçi öğeler arasındaki başarılı geçişkenliğiyle, özellikle de yazıldığı dönem koşullarında öncü sayılabilecek bir roman.
Olaylar Manarairema adlı bir kasabada geçiyor. Geleneksel üretim araçlarının ve ilişkilerinin egemen olduğu, kendi halinde bir coğrafya. Daha ilk cümlelerde yazarın bu coğrafyayı betimlerken kullandığı dil, romanın tekinsiz atmosferine giriş yapmamızı kolaylaştırıyor. “Manarairema’da hava erken kararırdı. Güneş sıradağların arkasında –neredeyse birden düşermiş gibi- batar batmaz, lambaların yakılıp buzağıların içeri alındığı, insanların şallara sarındığı vakit gelirdi.” (s.5) İşte böyle bir akşam vaktinde, nereden geldikleri ve kim oldukları bilinmeyen bir grubun kasaba merkezinin biraz dışındaki terk edilmiş bir çiftliğe yerleşmesiyle başlayan olay örgüsü, kasabanın sert çerçevesini zedeleyen ilk gelişme olarak dikkat çekiyor. Gelenlerin sayıları bile belli değil. Ancak kendi aralarında kurdukları sıkı düzen kendini hemencecik belli ediyor. Bunun yanı sıra bölgenin asıl sahibiymiş gibi davranmaları, kasabalılara üstten bakan tavırları, önüne geleni sorgulayacak kadar kabarmış kibirleri, ister istemez okurda bir çağrışım oluşmasını ve ülkeye egemen olan yönetimi simgeledikleri düşüncesine ulaşılmasını sağlıyor. Gizemli adamlar, sahip oldukları özgüven nedeniyle kasabalılarla herhangi bir iletişime geçmeye gerek görmüyorlar. Kasaba halkı başlangıçta bu durumu anlayışla karşılayıp sabırlı davranıyor, ancak bir süre sonra merak duygusu baskın çıkıyor ve bazı esnaflar gelen kişilerle ilişki kurmak için ilk adımları atıyor.
Bu aşamada yazarın karakter yaratmadaki başarısını, gündelik yaşamın gerçeğini anlatırken halk kültürünün derinliklerinde yaşamakta olan ironiyi ve bilgeliği sevimli bir dengede kullanabilme becerisine tanık oluyoruz. Yük arabasıyla geçimini sağlayan Geminiano, dükkânında hemen her şeyi bulunduran Amâncio Mendes, marangoz Manuel Florêncio, demirci Apolinário son derece özgün ve akılda kalıcı karakterler. Yazarın bu karakterler arasındaki iletişimi aktarırken yararlandığı folklorik dil de çok keyifli. “Bir eşek konuştuğunda, diğer eşek durup onu dinler.” (s.15)
Ne var ki, bir süre sonra kasabalılar arasında farklı yaklaşımlar ve gelenlerle kurulacak ilişkinin niteliği konusunda görüş ayrılıkları belirmeye başlıyor. Gelenler de bu yırtılmayı hızlandıracak girişimlerde bulunmaktan kaçınmıyorlar elbette. Gizemli grupla işbirliği yapmayı kabul edenler ve karşı çıkanlar arasındaki sorgulamaların yansıtıldığı sayfalar, romanın ana eksenlerinden birini oluşturuyor. İşin içine ekonomik çıkarlar da giriyor elbette. Buna karşın kamptaki gruptan kasabaya yapılan ziyaretler sınırlı sayıda kişiler tarafından yapılıyor. Üstelik bu kişiler toplumla hiçbir ilişkiye girmeden, son derece soğuk davranışlarla işlerini görüp gidiyorlar. Önceleri kasabalılar tarafından yadırganan bu durum, gün geçtikçe sıradanlaşıyor ve toplumun onayını almaya başlıyor. Tam bir boyun eğme gerçekliği…
İlk sayfada başlayıp roman boyunca süren etkileyici anlatım, benzetme ve eğretilemeler, “Köpeklerin Zamanı” adlı ikinci bölüme geçer geçmez büyülü gerçekçi bir düzleme evriliyor. Sıradan olanla olağanüstünün iç içe geçmesi söz konusu çünkü. Romanın ikinci bölümünde çiftlikten salıverilen köpekler kaşla göz arasında kasabayı ele geçiriyorlar. Tarlalar ve açık alanlar yetmiyor, evlerin içine kadar dalarak yaşamın altüst olmasına neden oluyorlar. Akla gelen şudur: Gizemli adamlar coğrafyaya egemen olmakla yetinmeyip bir basamak daha yükselmişler, sokakları ve özel yaşamı baskı altına almaya başlamışlardır. Kasaba halkı bir kez daha hazırlıksız yakalanmıştır, köpeklere nasıl davranacaklarını bilemezler. Başlangıçta sert olan tepkileri gittikçe yumuşar. Hatta sonunda onları sevip okşamaya bile başlarlar. Bu bölümde, iktidarın halk üzerindeki belirleyici ve yönlendirici etkisi, çok başarılı biçimde sembolize edilmiştir. Kuşkusuz ki burada yazarın yaşanılabilir olanla yaşanılamaz olanı uyumlu şekilde bir araya getirme yeteneğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Bu bağdaşmanın hoş bir bütünlüğe dönüşmesi sayesinde okurdaki güven duygusu sarsılmaz ve metnin mantıksal tutarlılığı herhangi bir şok dalgasının içinde savrulup gitmez. Kasabaya verilen gözdağının aracı olarak köpeklerin kullanılması bile Gevişgetirenler Zamanı’ndaki sembollerin özellikle seçildiğinin göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Üçüncü bölümde de benzer bir sembole başvurulmuştur. “Sığırların Zamanı” adını taşıyan bu bölümde kasabayı ele geçiren bu kez sığırlardır. Ortalık sığır böğürtülerinden ve dışkılarından geçilmez olur. Ezilmekten korkan insanlar evlerinden çıkamazlar. İletişim kopar. Öyle ki, çocuklar bir süre sonra sığırların sırtlarında gezinip kendilerince yol alarak yetişkinler arasında posta servisi kurulmasını bile sağlarlar. Her aile kendi evinde tutuklanmış gibidir, kasaba büyük bir cezaevine dönüşmüştür. Yaşam neredeyse sona ermek üzeredir. “Pedreira Grande Sokağı’nda, pencerenin yakınındaki beşiğinde uyumakta olan bir bebeğin bezinden gelen çiş kokusunun cezbettiği sığırlar, önce beşikteki örtülerin tamamını yemiş, ardından da zımparamsı dilleriyle bebeğin derisini tamamen yüzmüşlerdi.” (s.161)
Neyse ki sığırlar da tıpkı köpekler gibi bir gün aniden giderler. Ama arkalarında bıraktıkları hasar, kolayca giderilemeyecek düzeydedir. Bu apansız geliş gidişlerin toplumda yarattığı çaresizlik ve edilgenlik duygusu, iktidarın asıl amacının zaten bu olduğunu düşündürmektedir. İktidarın izin verdiği kadar özgürsünüz mantığı devrededir. Böylece bir kez daha semboller üzerinden iktidar-toplum etkileşimini yorumlama olanağı yaratılır; baskıcı yönetimin eleştirisi yapılır, şiddete dayalı devlet uygulamalarının insanları nasıl bir kıskaca aldığı sezgisi uyandırılır.
Kuşkusuz ki bu tür romanlar, yaratılan atmosferin siyasal, ruhsal ve etik boyutlarını simgesel düzeyde aktarırlar. Bu nedenle de abartılı benzetmeler, ironik yaklaşımlar, belirsizlikler, esnek gerçeklikler iç içe geçer. Önemli olan, bu atmosferi oluşturan kurgunun uyumu ve anlatıcının olaylar karşısındaki suskunluğudur. José J. Veiga’nın bu noktalara özen gösterdiğini romanın her sayfasından anlayabiliyoruz. Gerek yazarın gerekse anlatıcının bakış açısının doğrudan devreye girmediğini, okurun yalnızca kendi algısıyla ve yorumuyla baş başa bırakıldığını vurgulamak zorundayız. Böylece okur, metnin iç tutarlılığına kendini kaptırıyor ve gerçeğin olağandışı öğelerle beslenmesinden büyük bir keyif alıyor. Bu özellikleri nedeniyle Gevişgetirenler Zamanı her yaştan okura seslenebilecek ve haz alınarak okunabilecek bir kitap. Yeni bir yazarı tanımış olmanın sevinci de cabası…
Mehmet Atilla – edebiyathaber.net (13 Haziran 2018)