“Onat Kutların Anısına…”
Otobüs, eski ve tıkış tıkış dolu. İnsanların bir yerleri başkalarına değiyor. Şikâyetçi değil kimse, bir zorunluluk bu. Çoğu ilk kez değiyor belki; bir erkeğe, bir kıza, bir bebeğe. İlk kez bu kadar yakından görüyor ak saçlı bir insanın saç tellerini. Saçları dökülmüş bir insanın parlayan kafa derisini.
Gün yeni başlıyor. Otobüste gülen yüz yok. Sabah alelacele binilmiş bir otobüsün, işine hep aynı yoldan, aynı insanlarla gidip gelen yolcuları. Belki bir aydır, belki on yıldır hep aynı yüzler sabah otobüslerinde.
Siyah montu içinde çocuk gibi duran oğlan öksürdü. Şu üçüncü durak, Üzümcüler Durağından binen oğlan. Ağzından fırlayan damlacık, tesviye ustası Mustafa’nın dudağına kondu. Oğlan fark etmedi bile. Mustafa sinirli adam ama ne yapacağını bilmez sinirlendiğinde. Kara bir kar yağar, dondurur ve karartır yüzünü. Oğlanı öldürdüğünü düşündü, içi sıkıldı. Bir kenara çekip konuştuğunu düşündü, oğlan kaçtı elinden. Yeşil gözlerini oğlanın sivilceli yüzüne dikti. Bakışıyla delirtti oğlanı.
Ne bakıyor bu herif bön bön. Bizim sokağın başında oturuyor. Dalaş çıkaracak şimdi. Bir gün sorarım bu bakışın sebebini, diye düşündü oğlan.
Otobüse bir kız bindi elindeki çiçekle “Merhaba, günaydın” dedi şoföre. Şoför başıyla selamladı. Kız kasımpatından, üzerinde çiğ damlaları bulunan ince uzun yapraklar dökerek arkaya doğru ilerlemeye çalıştı. En arkaya ulaşmıştı ki havasız kaldığını hissetti. Oğlandan rica etti camı açmasını. Oğlan gözlerini aradı sesin. Boğuldu gözlerinde. Yeşil gözleri sürmeliydi kızın, çimen sanıp üzerine uzanmak ve huzurlu düşler kurmak isteyeceğiniz bir yeşil. Ama üzerinde kocaman beyaz bir örtü vardı sanki.
Oğlan pencereyi açtı. Pencerede kızın yüzünün aksini görünce yüreği hopladı. Kız, otobüsün kirli camından aceleci trafiği, polisleri ve insanları izliyordu. Pencere açılınca mavi bir gökyüzü gördü dışarıda. Ak bir bulut sardı yüreğini.
Kasımpatından birkaç yaprakçık Çingene kadının allı morlu şalvarına düştü. Ağzını açarak kıza gülünce en arkadaki altın dişleri göründü. Kız bulutla dönüyordu. Otobüs köprüye tırmanırken bulut havalandırıyordu kızı. Çoktan doğmuş güneşin son kızıllıkları kanatıyordu bulutu, korkuyordu kız. Canı yanıyordu.
İnsan “Ben değilim,” dediği anda biter mi onun milliyeti? Çingene kadın pek “Çingene” dedirtmezdi kendine. Görünüşünü ve konuşmasını değiştirmiyordu. Bir yerlere ait olma duygusunun vereceği huzurdan umarı vardı.
“Sabah sabah eteğine düşen iki kasımpatı yaprağının ne anlamı olabilir?” diye düşündü. Bunun anlamı ne olabilir diye düşünmek hayatı böyle yorumlamak ne iyi şeydi.
Kasımpatı tutan kıza baktı. Solgun bir el otobüsün boğucu havasında bu çiçekten can alırmış gibi sıkı sıkı kavramıştı onu. Nefesleniyordu sanki çiçekten, çiçeğin canı yetmezdi bu kızcağızı canlandırmaya. Bu solgun mont ve siyah eteğiyle bir çift altın küpe ve hep örgülü saylarıyla kaçıncı kez işe gidiyordu.
Kız kayıptı bulutlar arasında ve bulamıyordu ilk gördüğü bulutu. Bir yaprak koptu kasımpatından. Bir bulut tavşan olup zıpladı, bir güvercine döndü bulut, bir salıncağa. Kız sallandı biraz, atladı bir yelkenliye. Korktu, bilmiyordu yüzmesini. Bir kaplumbağa oldu, bir bıçak. Göğün rüzgârından dağıldı sonra her şey, bir yılan oldu… Yılan ilk gördüğü düş bulutunu soktu sanki düş bozuldu.
Otobüs bir durakta durdu. Şoför, öğrenci kartı sordu. Adam “Yok,” dedi. Kız, az önceki bıçağın ağzını gördü adamın gözünde. İnenler oldu. Sadece bir kişi bindi, gözü bıçak ağzı gibi parlayan adam.
Yaşlı bir kadın inmek için geç kaldı. Takma dişlerinin arasından, bol “s”li bir rica ulaştı şoföre. Aynadan sadece gözü, burnu ve saçları seçilen şoför kızgın, bastı düğmeye! Kırdı düğmeyi. Önündeki panoyu parçaladı. Kapının “langırt” açılıp yaşlı kadının inmesi ve kapının “langırt” kapanması gibi yirmi saniyelik zaman diliminde dağıldı otobüs.
Olayı görenler, suskun. Görememiş olanlar, meraklı. Üç beş dakikalık gürültü süresince hep çiçeğe baktı kız. Yaprakların hepsini tek tek soymayı denedi. Damarcıklara bıraktı kanının akışını.
Çingene kadın iyice emin oldu, bu kız çiçeğe sığınıyordu. Bu çiçek gibi kökünden ayrılmış olmanın hüznünü yaşıyor ve yer bulamıyordu kalabalıkta.
Kasımpatlı kız Çingene kadından boşalan koltuğa oturdu. Geniş kalçaların ısıttığı koltuk sıcacıktı. Pencereye bir kaşık yoğurt atılmış gibi kirliydi. İki ayrı insan şekli oluşmuştu sanki. Bir süre pencereye baktı, oğlanın kendine baktığını, görmeden.
Ben yarın gene aynı arabaya binerim, sen de binersin nasıl olsa… Yine görürüm seni… Diye aklından geçiriyordu oğlan. Kasımpatlı kız bulutu arıyordu. Otobüsün camında parlayan gözlerini seçti oğlanın “Hoşça kal,” der gibiydi, bir durak sonra da indi.
Yeniden başladı bulutla yolculuğu, kasımpatının yaprakları daha fazla dökülmeye başlamıştı. İnmesi gereken durakta inmedi kasımpatlı kız. İki durak arasında gitti geldi. Üç saat geç gitti işe, otobüsü bahane ederek. Gözlerinde beyaz bir bulut, düş kuruyordu.
Eser Avcı kimdir:
1975 Yılında Yalvaç’ta doğdu. Halen ameliyathane hemşiresi olarak çalışmakta. Evli ve iki çocuk annesi. İzmir’de yaşıyor. Öyküleri; Kurşun Kalem dergisi, Edebiyat İşliği dergisi ve Kyd Yüzleşme seçkisinde yayımlandı.
edebiyathaber.net (21 Haziran 2018)