Dünyanın değişmeyen sorunlarından birisi de “yabancılık”, “göçmenlik”, “sürgünlük”. Savaşlar devam ediyor, haklar ve özgürlükler gasp ediliyor sonuçta, insanlar çeşitli sebeplerle göç yollarına düşüyor. Ve bu yolun sonu yabancılık, sürgünlük ve özlem anlamına geliyor. Böyle devam ettiği sürece de bu konular hep gündemimizde olacak gibi görünüyor. Bu bağlamda meseleyi çok yönlü tartışabileceğimiz metinlerden bir tanesi Murice Blanchot’nun, “İdil”[1] adlı öyküsü. Kendi okuma deneyimimde, konuya dair metinlerin bir şekilde beni bu anlatıya getirmesinin belli sebepleri var. Çünkü bu metin yabancılığı, evi, geri dönmeyi, sürgün olmayı, bir yersiz hissetmeyi, yabancının “konuk” edildiği yerde karşılanma ânını ve tüm bunların bireyde yarattığı etkiyi ayrıntılıca tartışma imkânı veriyor.
Blanchot, bu metninde Alexandre Akim adlı karakterinin bir düşkünler yurduna sürgün edilmesini ve burada yaşadığı “yabancılık” hissini anlatmaya çalışıyor. Diyaloglar ve metne dâhil edilen başka karakterlerle de konuyu farklı açılardan düşünmemize vesile oluyor. “Yabancı”, George Simmel’in anlatımıyla; “belirli bir uzamsal daire içerisinde -ya da sınırları uzamsal sınırlara benzeyen bir grup içerisinde- sabitlenmiştir, fakat onun bu daire içerisindeki konumu, başlangıçta oraya ait olmadığı ve bu dairenin içine oraya özgü olmayan ve olamayacak özellikler getirdiği gerçeğinden öncelikli olarak etkilenecektir”[2]. Simmel’in bahsettiği, “oraya özgü olmayan ve olamayacak özellikler” genellikle bir yabancının en başta yaşadığı sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Blanchot’nun karakterinde de bunun yansımasını görüyoruz. Getirdikleri ve bulduklarıyla o yere dâhil olma ki -yazar ilginç bir şekilde mekânı “düşkünler yurdu” olarak seçmiştir- Alexandre Akim’in de başlangıçta en çok zorlandığı anlara karşılık geliyor. Bu nedenle hep hırçın Alexandre, kendisine iyi niyetle yaklaşıldığında bile ters cevaplar veriyor çünkü onun talep ettiği “ortak yaşam”ın olamayacağını yavaş yavaş seziyor, şöyle söyleniyor kendisine: “Burada herkes ötekilerle haşır neşir yaşar ama ortak yaşantı yoktur.” Bir “yabancı” için ortak yaşantının mümkün olmaması onun dâhil olduğu ortama getirdikleri ve orada bulunanla ilişkilidir. Kendi başkalığını karşısındakinin başkalığıyla kaynaştırma isteğidir bu biraz ancak içine girdiği ortamda mümkün değildir. Çünkü “ortak yaşantı” bellekle, ortak kültürel kodlarla da ilişkilidir. Oysa bir “yabancı”nın geldiği yerde her şey yeni ve belirsizdir. Bu nedenle bu durumda olan özne, ait hissetmez ki Simmel “yabancı”yı “potansiyel bir gezgin”[3] olarak da değerlendirir. Bunu, kalamayan, gidemeyen ama aynı zamanda her an gidebilecek olan gibi yorumlayabiliriz. Bu da bir anlamda “ev”in belirsizliğidir.
“Yabancı” olarak tanımlanana dair bir diğer şey de içine yeni girdiği ortamdaki tutum, karşılanma biçimidir. Yeni girilen ortamdaki kabul edilme hâli, konuk edilme biçimi de önemlidir. Derrida konukseverliğin zorunlu koşullarına dair soruya şöyle cevap verir: “Saf konukseverlik arrivant’ı yani gelen kişiyi, hiçbir koşul öne sürmeden, hakkında adı dâhil kim olduğuna dair hiçbir şey bilmeden veya bir kimlik belgesi sormadan buyur etmeye dayanır. Fakat bu konukseverlik gelen kişiye seslendiğini dolayısıyla gelen kişinin adlandırıldığını ve ona özgü bir ismin tanınıp kabul edildiğini önvarsayar.”[4] Blanchot’nun “İdil” anlatısında karakterimiz Alexsandre Akim geldiği yerde ev sahibi tarafından başlangıçta iyi karşılanıyormuş gibi görünür ancak ayrıntıda Derrida’nın bahsettiği “koşulsuz buyur etmenin” olmadığını görürüz.
“Merhaba dedi kadın, hiç korkmayın ev size açıktır. Ona kabul odasına kadar eşlik etti, burada kare omuzlu, açık ve güler yüzlü, genç bir adam, onu karşılamak üzere ayağa kalktı. Size kocamı tanıştırayım dedi, genç kadın, oturma odası için yer göstererek, iyidir siz de seveceksiniz onu. Tabii, hepimizi seveceksiniz, diye ekledi genç adam neşeyle. Derken, onu şöyle bir süzüp çamurlu giysilerine kirli yüzüne baktıktan sonra: Size nereden geldiğinizi sorabilir miyim? Dedi.”
Yabancı içine girdiği ortamda ne kadar hoş bir şekilde kabul ediliyormuş gibi görünse de koşullar öne sürülmeye başlanır metinde de görüldüğü gibi. Örneğin, “hepimizi seveceksiniz” burada başlangıçta iyi niyetli bir tavır gibi görünür ancak bir açıdan koşullu seçeneksizlik içerir, “hepimizi seveceksiniz çünkü başka çareniz yok.” Bunun yanı sıra “hakkında bir şey bilmeden” bu yeni gruba dâhil olmanın mümkün olmadığını da “nereden geldiniz?” sorusundan anlayabiliyoruz. Oysa yine Derrida’ya göre; “Konukseverlik ötekine hitap ederken her şeyi yapmaya dayanır; onu onaylamaya dayanır; hatta adını sorarken bile söz konusu sorunun bir “koşul”a, polis sorgulamasına, soruşturmaya, tahkikata, sınır kontrolüne dönüşmesine engel olmaya çalışır.”[5] Ancak bir “yabancı” için sorulardan ve sorgulamalardan kaçış yoktur, girilen ortam konuksever bir atmosferi sunsa da her başka ile karşılaşma soruları beraberinde getirir. Alexsandre Akim de bundan kaçamaz;
“Sen neredensin? Diye sordu ona ihtiyar, yanına çömelerek. Demek siz de casusluk yapıyorsunuz, diye cevap verdi yabancı ters ters. Şu ya da bu ülkeden olmamın bir önemi var mı? Yabancıyım ben hepsi bu.”
Yabancı için nereli olduğuna dair soru yaralayıcıdır, çünkü artık çok da önemi yoktur. Geride kalan yerli olmak geçmişin izini şimdide yeniden kurmaktan başka bir işe yaramaz, orası belirsiz yerdir artık dönüşün imkânlılığı ile imkânsızlığı arasında sıkışıp kalmayı hatırlatır, acıtır. Yabancı, bu nedenle ne o yerli ne bu yerlidir. Arada savrulandır. Belki de bundandır işte, Alexsandre Akim’in: “Yabancıyım ben hepsi bu” cevabı.
Bir “yabancı” veya “sürgün” için önemli sorunlardan birisi de eve dönüp dönemeyeceğinin hep aklının köşesinde olmasıdır. Oysa ev artık yitiktir. Çünkü gitmiş olmak bireyi aynı bırakmadığı gibi geride kalanı da aynı bırakmaz. Uzaklık, giden kişi orada yokken sürüp giden hayat, hem kişinin ayrıldığı grubu hem de ayrılanı dönüştürür. Blanchot’nun “İdil” metninde bir başka karakter olan İhtiyar düşkünler yurdunda istenilen uyumlanmayı sağladığında ayrılması istenir. Bu kitapta şöyle tanımlanıyor; “artık bir yabancı olma duygusunu taşımadığınızda, o zaman sizin yeniden bir yabancı olduğunuzu görmekte bir sakınca olmayacaktır”. Yani İhtiyar, bulunduğu yerdeki yabancılığını biraz aştığında, yeni bir yabancı olarak oradan ayrılacaktır. Karakterimiz yabancı olarak dâhil olduğu bu mekândan gider fakat onun için durum hiç de iyi olmaz kendi cümleleriyle; “akrabalarım arasında kendimi yersiz yurtsuz hissediyorum. Anayurdun anısı zamana dayanmıyor” der ve ekler, “beni güler yüzle karşıladılar; ama artık sadece yabancı olanların bu büyük ilgisi neye yarar ki”. İhtiyar böyle hisseder, bir kere gitmiştir ve bu kalanlarla zaman-mekân ortaklığının yok olduğu, yüz yüze ilişkinin kaybolduğu anlamına gelir. Schütz’ün dediği gibi, “kişinin evden ayrılışı canlı deneyimlerin yerine anıları koymuştur ve bu anılar, kişi evden ayrılana kadar ev yaşamının ona ne ifade ettiğini güçlükle muhafaza eder”[6]. Sonuç olarak, kişi evden ayrıldığında belleğinde yer eden, o âna kadar ev grubu ile paylaştıklarıyla şekillenir. Oysa ayrıldıktan sonra hayat devam etmiş, geride kalan yaşamını bir şekilde sürdürmüş ve doğal olarak durum değişmiştir. Bu nedenle yabancının geri döndüğü yer artık bıraktığı yer değildir, tıpkı kendisinin de aynı giden olmadığı gibi. Böylece şunu da söyleyebiliriz ki yabancılık bir kere yaşandığında sonsuza dek sürüp gider ve belki de hiç aşılamaz.
Blanchot’nun “İdil” anlatısında ilginç bir nokta da “yabancılık” hissinin bu denli yaşandığı, sürgün olarak gidilen mekânın, bir düşkünler yurdu olmasıdır. Onun yabancıyı dâhil ettiği yerin bir kapatılma kurumu olmasının da bir şekilde bu konu ile ilişkili olduğu düşünülebilir. Yabancı bir kere ev olarak hissettiği yerden ayrıldığında onun için gidilen yer, özgürlüğünün genellikle sınırlı olduğu mekân anlamına gelir. Çünkü bir şekilde bilmediği bir dünyaya, dile, her anlamda başka bir yaşama uyumlanmak zorunda olmak özgürlük hissini azaltır. Kurulan cümlenin yaptığı gönderme, geçim biçimi, karşılaşmaların bıraktığı etki eskisi gibi değildir, birey bir eksiklik duygusuyla kendisini var etme çabasına girer. Bu da aslında bir şekilde “kapatılmak”tır. Çünkü bireyin çıkışsız bir yere hapsolmuşluğunu simgeler.
Kısacası yabancılık, sürgünlük üzerine konuşup geçebileceğimiz konular değil, hem yabancıyı yaşamına dâhil edeni, hem de bu yaşama dâhil olanı farklı açılardan ilgilendiren bir karşılaşma hâli. Blanchot’nun “İdil” adlı metni bu açılardan değerlendirildiğinde, şunu söyleyebiliriz, bir kere yabancı olunduğunda, birey sonsuzca tekrar eden bir oluşla karşı karşıya kalacaktır: Koşullu konuk edilen, geri dönemeyen, orada kalamayan, yurtsuz, aidiyetsiz, boşlukta, köksüz.
Emek Erez – edebiyathaber.net (23 Temmuz 2018)
[1] Blanchot, M., (1999), “Sonradan Sonsuz Yineleme”, (Çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu), s. 5-51, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
[2] Simmel, G., (2016), “Yabancı, Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik, ‘Yabancı’” s. 27, (Der. Levent Ünsaldı), Ankara: Heretik
[3] İki numaralı dipnot, s. 27.
[4] Akt. Naas, M. “Alors, qui êtes-vous?” ‘Jacques Derrida ve Konukseverlik Sorusu’”, s. 239, (Çev. Elis Simson), Cogito, 47-48.
[5] Üç numaralı dipnot, s. 239.
[6] Schütz, A. (2016), “Yabancı, ‘Eve Dönen’” , s. 60, (Der. Levent Ünsaldı), Ankara: Heretik.