Dedi ki, “İki durumda olur: ya gelin olana, ya da askere gidene. Sen mertebe aldın, yolun açık olsun.”
Yeşil demir kapıdan girdiği an basan terden kurtulamadan havasız odada bekleyen kadınlarla göz göze geldi. Sedirin üzerinde her biri diğerine dayanarak oturmuş, içlerinden birini kaldırsan hepsi yıkılacakmış gibiydi. Aynı soran gözlerle baktılar. Hocanın odasından çıkıp her seferinde aynı ses tonuyla “sıradaki,” diye seslenen, yaşlanmadan yaşlılık siması yüzüne düşmüş kadın upuzun etekleri ayaklarına dolana dolana gelip önünde durdu:
“Sen,” dedi, “İçeri geç.”
Kınalı elini hocanın nasırlı ellerine bırakırken titremişti. Elini çekmek istedikçe tutmuş, tuttukça daha fazla sıkmıştı. Ölüm kokan nefesini yaklaştırıp ağzında bir şeyler geveleyip bir üfledi bir kokladı, bir üfledi bir kokladı.
Ya gelin olana, ya da askere gidene. Sen mertebe aldın, yolun açık olsun.”
Mertebe almak ne demek? Kimden aldım ki. Bu kadar saat, bu iki cümle için mi bekledim? Üstelik tanımadığım bir sürü insanın soran gözlerinden kaçınmak da cabası. Ellerine baktı, terli elleri anımsayıp tiksindi. Mantosuna birkaç defa ters yüz etti. Bir yıkayabilseydi bol sabunla, suyla. Hatta tüm bedeniyle suya dalsa bambaşka bir dünyaya çıksa.
Korkarak çıktı Hikmet Hocanın evinden. Hava taş gibi ağır, sisli. Mahalleye sinmiş kömür kokusu genzini yaktı. Etrafa bakındı. Ne bir taksi ne bir dolmuş. Neyse ki kış. Yüzümü gözümü kapatınca beni tanımazlar. Sonra kendine itiraz etti. Ankara’nın bu ücra köşesinde kime rastlayabilirim ki? Toprak yoldan caddeye ulaşmak istedi, yol uzadı, daraldı. Top oynayan çocukların arasından geçti. Kiminin ayakkabısı, kiminin sırtında montu yoktu. Bunlar da çıplak, bunlar da kimsesiz ama mutlular. Hayat oyununu baştan oynarsa, kabullenmek belki daha kolay? Midesi bulandı. Kustu kusacak. Bahçe içindeki evi, yol ile ayıran toprak duvara tutundu. Derin derin nefes aldı. Biraz su olsaydı yanında keşke. Bir yudum. Başını kaldırdı, göğe baktı. Gök yoktu. Boynuna doladığı atkıyı gevşetti. Şapkasını çıkardı. Dayandığı duvarın bahçesinden bir kadın çıktı, ağır ağır yaklaştı. Gözleri mavi. Buz mavisi. Bakışı delip geçen cinsten. Kadın etrafta başka birini arar gibi bakındı. Kimsenin olmadığından emin olunca, gözlerini kıstı Asiye’ye sokuldu:
“Neyin var kele bacım?”
“Bir şey yok, biraz fenalaştım.”
“Su getirem mi?”
“Evet, lütfen.”
Mavi gözlü kadın, top oynayan çocuklara veryansın edip, başını sağa sola sallayarak gitti, suyu getirdi. Asiye dayandığı duvar dibine çömelmişti. Suyu yudum yudum içti. Kadın başında bekledi. Baktı, suyu bitirmeye mecali yok. “Eve gidem bacım” dedi, evini işaret ederek. Asiye gözleriyle şöyle bir “Yook” der gibi kaşlarını kaldırdıysa da adım atacak hali yoktu. Toparlandı, kalmak üzereyken yere yığıldı. Ağır ve sisli hava rahatladı, bir rüzgârla savurdu tüm buhranı. Asiye uyandığında mavi gözlü kadın tepesine dikilmiş, pür dikkat bakıyordu.
“Anladım, sen Hikmet Hocaya geldin. Derde çaredir ya! Hikmetlidir. Senin derdin ne ola?”
Asiye ağır ağır sol avcunu açtı. Avcun ortasında ve yüzük parmağında, fırça darbeleriyle sürülmüş gibi dağınık, sarıya yakın kınayı gösterdi. Kadın geriye çekildi. Asiye karşı duvarda asılı, her saniye bir sağa bir sola dönen çubuğuyla, göz alan parlak saati gördü. Akrebin yelkovana yaklaşması kıyametiymiş gibi saatin içinden geçti, geçti zamanın öncesine. Mavi gözlü kadın:
“Evlisin he mi bacım?” dedi. Asiye duymadı.
“Hikmet Hocadan sual olunamaz ama ben sana sorularının cevabını verivereyim.” Oturduğu yerden uzanıp, koltuğun kenarındaki örtüyü aldı, Asiye’nin, ayakucundan başına kadar örttü. Örtünün altından elini buldu, tuttu. Gözleri çakmak çakmak oldu. Tüm vücudu titredi. Gücüne güç katarcasına, derin bir nefes alıp başladı konuşmaya:
“Okulun son yılıydı. Herkes mürüvvetinizi görmeyi bekliyordu. Eh Ömer de az yakışıklı değildi hani. Herkes ona, o sana vurgundu. İşiniz gücünüz yerinde, yaşınızı da almıştınız ya artık herkes düğünü bekliyordu. Arada bir sinirler gerilse de her şey yolunca yordamınca düzene girdi, düğününüz yapıldı. Sen çok mutlu bir gelin oldun, kocan da tabii. Ama saatler durdu mu, hayır durmadı. Hep çalıştı. İyiliğe karşı kötü, sevgiye karşı ihanet çalıştı.” Asiye inilder gibi oldu. Mavi gözlü kadın iç geçirdi. Yeleğinin yakasına iliştirdiği çengelli iğneyi tek eliyle gevşetti. Sol eli ile birkaç kez iğnenin üzerinde parmağını gezdirdi. “Ya sabır, gönüllere sefa, bahtı taht eyle… Gönüllere sefa, bahtı taht eyle yarabbi.” Duvarda asılı saatin vakti geldi on iki kere gongunu vurdu. Asiye irkildi. Kadın, sakinleşsin diye bu kez onu iki eliyle tuttu. Tüm saatler uzun zaman önce durmuştu oysa.
“İlk bebenizi kucağınıza aldığınızda normal, hepiniz heyecanlıydınız. Ama o gece o kedi nerden çıktı da dolandı bacağınıza. Sen doğum sancın başladığında hastaneye gitmek üzere ağır ağır merdivenleri inerken birkaç kez sana görünmüştü. Kimsecikler görmedi. Öyle kara kuru nazar eden kedilerden değil, bembeyaz pamuk gibi. Düğme gibi pembe burunlu. Patileri kalın, kuyruğu püskül mü püskül. Gözleri senin gözler misali, bal… Sen sancını unutup onu tutmak istedikçe o bir basamak önünden indi, indi. Apartman kapısında sana geçit vermedi. Ömer’e söyledin,
‘Kedi geçmeme müsaade etmiyor, al onu kucağına,’ dedin. Ömer senin başını göğsüne yasladı, kediyi almadı. Kedi sana vardı, ona yoktu. Sen arabaya sancı içinde bindiğinde kavgaya tutuştunuz. Ömer indi arabadan, apartmanın içinde beyaz kedi aradı, bulamadı. Oysa kedi arabanın üzerinde camdan sana bakıyordu. Kapıyı açıp Ömer’i çağırdın, sesini duymadı. Sancıların sıklaşmıştı. Hastaneye gitmeniz gecikiyordu. Ömer kediyi aranırken arabada suyun gelmeye başlamıştı.
Kedi doğumhanede pencerenin kenarına senden önce gelmiş, oturmuş seni bekliyordu. On yıl oldu değil mi, çocuğunu doğuralı? On senedir yemek yediriyorsun, altını temizliyorsun. Bıkmadan, usanmadan “of” demeden. Evlat… Atılır mı? Şöyle parklarda koşmak vardı onunla he mi, el ele. Beyaz kedi on sene uğramadı yanına.” Asiye titredi. Sayıklıyordu.
“Çocuğum hiç emmediği kadar emdi. Doymadığı kadar doydu. Ağlamıyor artık. Gün evin içine doluyor, her yer ışık, huzur. Ömer’e sarılıyorum. O benim canım. Çocukluğum, gençliğim, kadınlığım. Asker olmak ona gurur verdi, bana hep sancı. Öyle bir sancı ki her gidişinde dönmeyecekmiş gibi sevdim, tutkum büyüdü. Oğlumuz da asker olacaktı…
“Susss,” dedi mavi gözlü kadın. “Sus!”
Derin bir nefes daha aldı, devam etti:
“Saatler sana iki kere durdu hayatta. ‘Bundan acısı yok,’ dedin, ‘Daha çok küçüktü, daha oynamadı, o hiç gülmedi ki,’ dedin. Hesap soracakların yok oldu, sen düğüm düğüm düğümlendin. Küçük kabire beyaz kedi geldi oturdu, sen bildin. ‘Git,’ dedin, ‘Oğlumun mezarından, git.’ Sen gitsin diye çırpınırken en yakınların kediyi kovmak yerine seni tuttu. Dedin ki: ‘O kedi yine gelmişti.’
Asiye inledi:
“O beyaz kedi gelmişti. Kar gibi tüylerine dokunmak istedim. Dokunursam benim olur, benim olursa, işkence biter dedim. Saatin gongu on iki kere çaldı. Kedi kaçtı. Kapıda bir ses adımı söylüyordu. Kapıyı açtım, üniformalı insanlar. Yüzüm ayaz. Afyon’da patlama olmuş. Ömer astsubayın eşi ben miymişim? Kurtulan yokmuş. Yalan. Ömer orada değildi ki. Beyaz kedi doktorun tepesine oturmuş patisini kulağının arkasından aşırarak yalanıyor. Dedim ki: ‘Senin yüzünden!’ Yetmedi, saldırdım. Ya beni de al, ya git artık. Yine beni tuttular, ellerimden bedenimden. Kediyi gören olmadı.”
Mavi gözlü kadın elindeki çatal iğneyi birkaç kez Asiye’nin üzerinde dolandırdı. Dedi ki,
“Veda hediyesidir, ağlama. Sevenden sevene gelir. Ölümle birlikte evlilik yüzüğü yapılmış parmağına. Her gece sevdiklerinden gelir ellerine bu kına.”
Derler ki, ya gelin olana ya da askere gidene yakılır kına.
Asiye ağır ağır kalktı. İçindeki ağırlık gitmiş miydi? Saat kaçtı? Önemi var mıydı? Kapıya yöneldi, mavi gözlü kadın çatal iğneyi Asiye’nin yakasına iliştirdi. Bir şey söyleyecekti, kadın “Sus!” der gibi baktı.
Asiye sustu. Çıktı. Karşıyaka Mezarlığında iki sevdalısı vardı.
Nilgün Çelik kimdir:
Kıyı ve Çoğul dergilerinde şiirleri; Kurşun Kalem, Afrodisyas, Deliler Teknesi, Lacivert, Kitaplık gibi dergilerde kitap tanıtım ve öyküleri yayınlanmıştır.