Canımızın ne zaman acıyacağına biz mi karar veririz? | Raşel Rakella Asal

Ağustos 3, 2018

Canımızın ne zaman acıyacağına biz mi karar veririz? | Raşel Rakella Asal

“O zamanlar çocuktum, artık öyle değilim; buna rağmen anılarımda kalan ses gerçeğe benziyor ve uyur taklidi yaptığı yerden hiç değişmemiş olarak, gene tane tane, gene tempolu bir tekdüzelikle yükseliyor”, diyenlerden misiniz? Siz de çocukluk günlerinizdeki anıları düşünürken ya da hissederken belirsiz, sıkıntılı, size ait bir hüzün duyumsar mısınız? İşte Pet Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz adlı romanı bizi bu duygularımızla yüzleştiriyor. Hani bazen acı denen ilet yakamıza yapışır ya, zaten çoktan musallat olmuştur bize.  Kendimize acı veren şeye teslim olur, ruhumuzdaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniriz. Petterson bize geçmişte yaşadığımız duygularımızdan, çocukluk anılarımızdan, bizde iz bırakmış olaylardan söz ederken hissetmek – ne renktir acaba diye sorar gibi. İç dünyalarımızı eksiksiz olarak; bütün duygusal ve zihinsel yönlerini, temelde yatan travmalarımızı, en çarpıcı özelliğimiz olan öz bilincimizin kavşaklarını, kesişme noktalarını Trond’un öyküsünü anlatarak ortaya koymaya çalışmış. Başarmış da.  At Çalmaya Gidiyoruz, çok güzel ve etkileyici bir roman. Çevrildiği bütün dillerde de çok beğenildi ve iyi eleştiriler aldı. New York Times gazetesinin yılsonlarında yaptığı, ABD’de yayımlanan yılın en iyi edebiyat yapıtları listesinde, 2007 yılında ilk sıradaydı.

Proust’un epik yapıtı, A la recherche du temps perdu (Yitik Zamanın İzinde), Bergsoncu felsefeden kaynaklanan bir edebi yapıt olarak görülür. Bergson’un felsefi görüşleri edebiyat dünyasında da büyük bir etki yaratmıştır.  Bergson’un maddi dünyayı incelemeye yaklaşım tarzı ile kimi edebiyatçıların yaklaşım tarzı arasında, hiç kuşkusuz benzer yönler vardır.  Matiere et Memoire’da yazdıklarıyla Bergson kendi görüşlerine şöyle değinir:

“…  her günkü yaşantınızın ayrı ayrı nesneleri arasındaki halkayı kurun; sonra, bunların niteliklerindeki dural sürekliliği, titreşimler olan yerde çözüp bırakın; sonra, bu hareketleri ortadan kaldıran bölünebilir mekânı göz önüne almaksızın, dikkatinizi bu hareketler üzerinde toplayın ve bu bölünmezliği zihninizde tutarak, hareketlerin devingenliğini izleyin; işte o zaman, hayal gücünüz için belki fazla yorucu olacak ama algınıza girmiş olan yaşamın bütün gerekliklerinden sıyrılmış o salt haliyle, maddenin bir ham hayalini göreceksiniz.”

Algı, Bergson’da, geçmiş ile şimdinin bir bileşimidir.  Ona göre geçmiş hiçbir zaman yitip gitmez, bellek dolayısıyla varoluşunu sürdürerek, şimdiye katılır. Proust da romanını, geçmişin anımsanması ve yeniden derlenmesi emeli üstüne kurmuştur.  Geçmişin şimdiye ayarlanmasına sığınır; yaşamın akışının bir bilinç akımı olarak ortaya konmasını yapıtının başlıca hedefi yapar.  Romanın kahramanı Marcel ile öbür karakterlerin iç dünyalarını kapsamlı bir şekilde inceler, dünyaya tepkilerini araştırıp çözümlemeye çalışır.  Karakterlerin nesneleri algılayışlarını betimler, toplumun yaşamını, yani l9. Yüz yılın sonlarından Birinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde, zengin Fransız burjuva yaşamının tam bir görünümünü vermeye çalışır.

Norveçli yazar Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz romanı hayatının son döneminde, geçmişini ardında bırakabilmek için Norveç ormanlarında inzivaya çekilen Trond’un öyküsüdür. Bu anlatıda Trond, güncel yaşamı ile geçmişini iç içe yaşar.  İkinci Dünya Savaşı sonrasında yazı geçirmek üzere babası ile gittiği Norveç – İsveç sınırındaki köyde edindiği arkadaşı ile birlikte “At çalmaya giderken” yaşadığı olay, onu ömrünün sonuna kadar etkileyecektir.

Artık altmış yedi yaşında olan Trond’un ikinci eşini trafik kazasında yitirdikten sonra Norveç’in ormanlarında ücra bir orman köyüne yerleşmesi, geçmişi ile hesaplaşmak amacıyla değil, aksine kendisine bir türlü huzur vermeyen geçmişinden bir an önce kurtulmak içindir. Ormanda olabildiğince basit yaşayıp, günlerini güç kullanmasını gerektiren işlerle birer birer örme gayreti içindedir. Odun kesmek, yer tahtalarını birer birer onarmak gibi işlerle geçer günleri. Trond bir Buda rahibi gibidir; günlük ritüellerle zamanı geçirmek istemektedir. Yani şimdiyi yaşamaktır arzusu. Yapılacak işlerini sıraya koymuştur;  hiçbirinin acelesi yoktur nasıl’sa. Emekli olsa da, insanın her gün yapılacak bir takım işleri olmalıdır. Bu işler onun arınmasına ve uykusuzluklarından kurtulmasına bir nebze olsun yardımcı olacaktır. Arada radyo dinler ve “Dickens” okur. Kendi isteğiyle inzivaya çekilmiştir. Buzdolabında yeterince yiyeceği, musluktan akan suyu, kısaca yaşamı için elzem olan her şeyi elinin altındadır.  Üstelik çevik ve sağlıklı hisseder kendini. Hem de bol bol zamanı vardır. Doğayla baş başa bir yaşamdır tüm isteği. Yüzeyde bize aktarılan böyle bir yaşam tarzıdır. Ama derinlerde Trond’un ne yaparsan yapsın geçmişinden bir türlü kurtulamadığına tanık oluruz.

Geçmiş yaşanmıştır, geçmiştir ama izi belleğinde yer etmiştir. Farkında olmasa da o geçmişi ile beraber yaşıyordur. Gözlerini her tavana dikişinde, kafasındaki düşenceler rulet tekeri gibi dönüp durur. Bir düşünceden bir düşünceye zıplar. İçinin derinlerinde bir ürperme hisseder; içinde bir şeyler eksiktir. Anımsamak istemese de, gelip giden düşünceleri, onun arkasında bırakmak istediği bir geçmişe bağlar.

Elli yıldan fazla zaman geçmiştir. O zamanlar on beşindedir. Yani çevresinde olup biten ve onun anlamadığı şeylerden korkmayı bırakmadığı bir yaştadır. Olayları iyice gözlemlese de sonuna kadar kavrayacağı ve her şeyi anlayabileceği bir yaşta değildir. Çocuk aklıyla çözülemeyen sırlar gömülüdür belleğinde. 1948 yılının o yaz gecesinde, babasının ona söylediği şeyin ne olduğunu, olayların arkasında aslında neyin yattığını anlasa da dünyası bir anda sıvılaşmış, sağlamlıktan yoksun bir yer halini almıştır. Önünde öteki tarafını göremediği bir karanlık belirmiştir. Bu sis perdesi altmış yedi yaşına bastığı yıla kadar onu hep izlemiştir. Per Petterson, “At Çalmaya Gidiyoruz” da geçmişte kalmış olayların sisli görünümünün ardında yatan gerçekleri çok açık etmeyip, onlarla ilgili ipuçları vererek anlatıyor öyküsünü.

Trond’un bırakıp geldiği kentteki yaşamı hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Yaşamayı seçtiği Norveç ormanlarında bir kulübede köpeği Lyra’yla birlikte yaşamayı tercih etmiştir. Karısının üç yıl önce bir kazada öldüğünü, kendisinin de canını zor kurtardığını, onun ilk karısı olmadığını, daha önceki bir evliliğinden iki yetişkin çocuğu olduğunu, onların da kendi çocukları olduğunu, karısının ölümü üzerine artık aynı hayatı daha fazla sürdürmek istemediği için emekliye ayrıldığını ancak bir paragrafta değinir. Trond hakkında bilgilerimiz sınırlıdır. Ancak romanın ilerleyen sayfalarında Trond’un iç sesi biz okuyucuyu daha derin katmanlara taşımaya başlar. Örneğin yerleştiği köy halkının onun hakkında bilgi sahibi olmalarından da memnun değildir. Şöyle der:

“…dul erkek, gördüğü şey bu kadar, hiçbir şey anlamıyorlar ve bundan rahatsız değilim. (…)Şanlıyım, diye düşünüyorum.  Hiçbir şey anlamıyorlar.”

Anlatıcıdan Trond hakkında daha ayrıntılı bilgiler ediniriz.  Babasıyla yaşadığı orman çiftliğinde komşu oldukları ailenin oğlu yaşıtı Jon tarafından bir akşam “hadi at çalmaya gidiyoruz” teklifiyle ayartılıp, maceralı bir oyuna girişen Trond’un, Jon’la yaşadığı deneyimden sonra babası ve çevresiyle ilgili bakışı da değişir. Zengin çiftlik sahibi Barkald’ın çiftliğine gizlice girip atlarına binen iki kafadar, ormandaki bir ağaca birlikte tırmandıklarında, bir kuş yuvası görürler. Ancak Jon, kuş yuvasını un ufak eder. Bu olaydan sonra Jon, Trond’la hiç konuşmadan, onu kayıkla ırmağın karşı kıyısındaki kulübesine bırakır.

Felaketlerse sökün edercesine gelmeye başlar. Jon’un on yaşlarında ikiz erkek kardeşlerinden biri Jon’un açık, ortada bıraktığı tüfekle oynarken diğer ikizini vurur. Bütün yaşananlar Trond’un belleğinde daha sonra çözmek zorunda kalacağı düğümleri oluşturacaktır.

Bir gün karşısında Jon’un kardeşi Lars’ı görür. Aradan elli yıldan fazla zaman geçse de birbirlerini tanırlar. Elli yıl önce Lars on yaşındadır, Trond ise on beşindedir. Şimdi, elli yıldan fazla bir zaman sonra masada karşısında oturuyor buluyor onu.  Hemen tanır. Kendini işgale uğramış gibi hisseder. Lars rasgele biri değildir. Lars, ona, geçmişini ve delikanlılığını anımsatır. Lars’la konuşmaları, Trond’u, arkasında bırakmak istediği bir geçmişe bağlar. Anlatı ilerledikçe Lars’ın babasının o orman kazasından sonra bir daha hiçbir zaman dönmediğini, Lars’ın annesinin Trond’un babası ile bir ilişki yaşadığını öğreniriz. Trond büyük bir yitirme travması yaşamıştır. O muhteşem l948 yazının sonunda istasyonda babası ile veda sahnesi ve bu veda sahnesine sık sık gönderme yaparak olayları anlamaya çalıştığı anlatımlar, Trond’un bu travmayı hiçbir zaman üzerinden atamadığını okura duyumsatır.

Baba, Jon’un annesi ile kalmayı tercih etmiştir. Hasar görmüş çocuğa babalık yapmayı tercih etmiştir. Bir aile için başka bir aileyi feda etmiştir. Trond’a ait yılları Lars yaşamıştır. Lars’a Trond’un babası babalık etmiştir. Ne yazık ki, anlatıdan Trond’un baba olarak, çocuklarına karşı mesafeli ve kaprisli bir baba olduğunu sezinleriz.

Jon’un ezdiği kuş yuvasının ardında Trond’un babasıyla, Jon’un annesinin arasındaki ilişki mi yatmaktadır? Tıpkı Trond gibi, biz de, olayları birbiriyle bağladığımızda böyle bir kanıya varırız. Trond’un bu köye kendi ile barışmak ve huzuru bulmak için gelmiş olduğunu anlaması zaman alır. Trond geçmişini anımsadıkça, kendisine model olarak seçtiği ve hayran olduğu babası ile arasında şöyle bir diyalog geçmiştir. Bir gün Trond, babası ile ısırgan otlarını biçerlerken Trond birden bire duraksar. Babası niçin durakladığını sorunca Trond ısırgan otlarının ellerini acıttığını söyler. Bunun üzerine babası “Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin”, deyip ısırganları biçmeye devam eder.

Bu cümle Trond’un babasından aldığı bir derstir. Trond bu dersi elli yıl boyunca yaşamında uygulamıştır.  Trond l948 yazının dönüşünde Karlstad’da yeni takım elbiseleri içinde yürüyüp bir yandan da avuçlarına batırdığı tırnaklarının acısını umursamazken artık babasız bir yaşam süreceğini iyice idrak etmiştir. Romanın çarpıcı final cümlesi de bu dersi tekrar eder gibidir:  “Canımızın ne zaman acıyacağına gerçekten kendimiz karar veririz.”

Trond’un babasının arkadaşı Franz sayesinde, babasıyla ilgili gerçeklere biraz yaklaştığına tanık oluruz:

“Dönüp baktığımda Franz’ın kolundaki kızıl yıldızı gördüm. Güneşte parlıyor, parmaklarını hareket ettirdiğinde ya da yumruğunu sıktığında bir bayrağın ortasındaki yıldız gibi dalgalanıyordu. Franz sık sık yumruğunu sıkıyordu. Herhalde komünistti. Orman işçilerinin çoğu öyleydi ve babam haklı olduklarını söylemişti. Yalnızca Franz babamın aslında bu yeri ne için kullanacağını biliyordu. İkisi birbirlerini daha önceden tanıyorlardı, ama o gün babam onun merdivenlerini çıkıp kapısını çalarak önceden anlaştıkları o sözleri söyleyene kadar karşılaşmamışlardı. ‘Geliyor musun? At çalmaya gidiyoruz.'”

Bir çocuğun olaylara anlam veremeyen zihniyle yetişkin insanın netleşmiş bakışıyla aydınlanan atmosfer oluşur. Sıradan çiftlik yaşamının gerekleri yerine getiriliyor gibi görünmektedir sadece. Başta zengin çiftlik sahibi Barkald olmak üzere, Jon’un annesi de, Franz da, Almanlara karşı direniş hareketi içerisinde olan kahramanlardır aslında. Ancak, biz bunu yine Trond’un duygularından bağımsız, şahit olduğu ve anlam veremediği olayları tekrar ele alışı sayesinde anlarız.

“Gözümün önüne getirebiliyorum. Üç kişilik Alman motosikleti karları yeni kürenmiş ana yolda sakin sakin ilerliyor, sonra hiç neden yokken tam da o eve doğru bir dönüş yapıyor, hiç kimse motosikleti sürenin aslında ne istediğini anlayamadı bir türlü…Arkalarındaki tepede motosiklet durmuş, soluk soluğa bir hayvan gibi tıkırdıyordu.., Makinalı tüfeklerini omuzlarından aldıklarını gören babam seslendi…”

Romanda, gerçeklik, bireyin yaşamı algılayışı içinde erimiş olduğu gibi, nesnel gerçek de, anlatıcının bilincindeki yansısı gibidir. Gerçek esnek ve akışkan bir hale gelmiştir. Petterson bu öyküyü bize bellekteki duygu ve izlenimleri parçalayarak aktarır. Dış dünya da, bellek de, duygularımız da devingendir. William James şöyle ifade eder bilinci:

Bilinç… ince çöplere kıyılmış olarak görünmez kendine.  ‘Zincir’ ya da ‘tren’ gibi sözcükler de ilk ağızda tam tanımlamaz onu.  Eklemli bir şey değildir o; akar.” James, nesnelerin gerçekliğini zihne duyumların geçirdiğinde diretir.  “Duygular diye birtakım şeyler varsa eğer, nesneler arası ilişkiler olarak vardır, o zaman da bu ilişkilerin bilindiği duygular vardır mutlaka ve mutlaka…”

Acı hissettiğimizde ne olduğunu asla bilemeyişimizdir bizi hüzünlendiren. Herhangi bir acı bahis konusu olduğunda ya da tarif edildiğinde, ruhumuzun bir parçasını anlatıyorlar gibi gelirse de bize, sonradan tekrar düşündüğümüzde hep şüpheye kapılırız. Gerçekten de hissettiğimiz gibi mi, yoksa sadece öyle olduğunu mu sanırız?  Kendi dramlarımızın birer kahramanları mıyız? Petterson’un söylediği gibi “canımızın ne zaman acıyacağına gerçekten kendimiz mi karar veririz”?

Kaynakça:

Aysel Sağır, “Savaş hakkında konuşulmazsa…”, Radikal Kitap Eki, 11/5/2008

Boris Suçkov, “Gerçekçiliğin Tarihi”, Adam yayınları, l976

Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (3 Ağustos 2018)

Yorum yapın