Kavanozlar her zaman sorun olmuştu. Aslında sorun da denemez, bir konu, üstüne konuşulacak bir mevzu olmuştu her zaman bu kavanoz işi, hele böyle herkesin çekip gittiği Bayram sonralarında,ortalık sakin ve alabildiğine durgunken, yani Baba’nın deyimiyle yine el elde baş başta kaldıklarında. Şimdi ellinci yıllarına yaklaşıyorlardı-buna kim inanırdı- ama işte Bayramlarda veya tatilin sonu geldiğinde evin hızla boşalmasına, bahçenin birden sessizleşmesine hala alışamamışlardı. Baba önce kızını düşünürdü, en uzağa giden oydu çünkü ve uçağın zamanında varıp varmayacağı her zaman bir muamma olurdu veya en küçük torunun dişindeki leke Baba’nın zihninde kendine ağırlıklı bir yer edinirdi. Anne’nin düşünceleri de oğlunun evde bıraktığı hayaletimsi havayla dolardı, kadın onun yeni işinde tutunması için bilincinin derinliklerinde bir yerde dualar okur ve bu duaları dudaklarına kadar getirmeyi gece olup da yastığa başını koyduğu ana bırakırdı. Gün bitince ve herkes çekilince- ki bu herkes zamanın çok büyük bölümünde yalnız iki kişiden oluşuyordu- kendi kendine kalmak en sevdiği şeydi Anne’nin. Oğlanın bu kez işinde tutunması önemliydi ve çocuklar okul ve ev değiştirmekten bıkmışlardı. İşte bu şekilde, ev eninde sonunda boşalır, Anne ve Baba baş başa kalırdı ve ta elli yıl önceki bir yalnızlığa düşerlerdi. Bir süre Baba kızı, Anne de oğlanı düşünürdü ya da bunun tam tersi olurdu, zaten, her halükarda, aile söz konusu oldu mu endişe ve özlem durmadan yer değiştirir.
Şu kavanozları aşağı indir, derdi Anne biraz sonra, artık işleri bitmiş olan ve şimdi kapının önüne sıraladığı cam nesneleri göstererek. Ardından bildik soru gelirdi: İnmişler miydi uçaktan, eve varmışlar mıydı? Nasıl insinler, olurdu cevap. Baba az önce uçağın tehir yaptığını, iki saat falan geç kalkacağını söylememiş miydi, ama dinleyen kim. Ben senin gibi oturduğum yerde oturmuyorum, diye çıkışırdı Anne böyle durumlarda, bir sürü iş başımda, görmüyor musun derdi, elindeki tahta kaşığı kocasına doğru sallayarak, bak akşama kadar daha neler var yapmam gereken.
Baba’nın gözü buzdolabının üzerindeki fotoğrafa takılmıştı. O ara, masadan kalkıp balkon kapısının yanındaki divana oturmuştu- bazen sadece yer değiştirmek bile yetiyordu. Ona kalsa sıradan bir fotoğraftı ama çocuklar çok seviyorlardı, anlamlı ve doğal buluyorlardı, günlük hayatın içinden çıkıp gelen, küçük ama güçlü bir kesit. Çocuklar, ve tabii torunlar, kendileri daha dünyada yokken, çocuk güzelliğindeki bu iki kişinin verandada yere çökmüş şu saf hallerine hayran değil miydiler? Göz çevreleri hafif kızarmış, nerdeyse ağlamaklı bir gülümseyişle objektife hiç bakmadan çekmişlerdi, akrabaların Almanya’dan getirdiği makinenin ayarlarını yapıp bir kutunun üstüne koyarak. Baba’nın elinde -ne yamandı o zamanlar, kapı gibi dedikleri türden bir gençti- yarısı yenmiş bir elma vardı ve sanki elmayı biraz da teklifsiz bir şekilde sırtını duvara yaslamış olan eşine uzatıyordu. Fotoğraftaki gerçeklik duygusu o kadar baskın bir şekilde yansıyordu ki azıcık uzun bir süre bakacak olursanız rahatsız oluyordunuz.
Aradan daha bir saat geçmeden yeni komut gelirdi; Hadi aşağı in de, iki tane marmelat kavanozu olacak köşedeki rafta, onları getiriver. Torunların dün akşam mışıl mışıl uyuduğu odaya – kimbilir daha ne kadar süre böyle kalacaktı oda – elindeki metal çamaşırlıkla giren Anne sabahleyin zihninin içindeki haritaya çizdiği yolu takip ediyordu. Yapılması gereken işler kafasında sıraya girmiş, üstlerine birer çizik atılmasını bekliyorlardı. E, yeter be, derdi Baba böyle durumlarda, yerinden kalkarken sesini hafif yükselterek ama bir yandan da isteneni yapmak üzere harekete geçerek: Uşağın mı var burada senin? Kavanozları getir getir, kavanozları götür! Ne bu be? Ama Anne kafasını odadan uzatıp ona cevap vermeye niyetlendiğinde Baba çoktan bodruma inen merdivenleri yarılamış olurdu.
Verandadaydılar. Kapının hemen yanına, yere oturmuşlardı, biri sırtını duvara yaslamış, kafasını yana çevirmişti, kendisine hayranlıkla bakan ve elinde yarım bir elma tutan diğerine gülümsüyordu. İkisinin de gözlerinde sadece dikkatli bakıldığında fark edilen bir kızarıklık, henüz az önce ağlamış olma hali, ve, nasıl söylemeli, aradan geçen onca yıldan sonra ve doğan çocuklara, büyüyen torunlara, taşınılan ve değiştirilen evlere, zamanın getirip kapıya yığdığı tüm anılara rağmen, bu ikisi için hala taze kalan gururlu bir burukluk hali vardı. Şöyle bir bakınca yeryüzünde hiç kimse o fotoğrafın çekilişinden birkaç dakika önce kavga ettiklerini anlayamazdı. Konuşmaktan kaçınma, ertelenen karşılaşmalar, konuşmaya teşvik -sorunlarla yüzleşmek gerekir- sonra isyan ve haykırış ve o dönem için bile korkunç bir ev içi modası olan koca vitrinin salonun ortasına yıkılışı ve etrafın toz duman içinde kalışı ve birbirlerine sarılarak ağlayışları…
Elma ne alaka, diye sorardı büyük torun, uzun uzun dolabın önünde durur ve fotoğraflara, yabancı ülkelere yaptıkları gezilerde bazılarını anneannesi için bizzat kendi eliyle seçtiği magnetlere bakarken. Kızımız en çok da şu veranda fotoğrafı üzerine düşünürdü. Evet, bu fotoğraf söz konusu olunca küçük torunun yaptığına ‘düşünmek’ demek gerekirdi, yani onun yaptığı bir fotoğrafa sadece bakmaktan öte bir şeydi. Duyarlı bir çocuk, belki ilerde bir sanatçı olacak, kitaplar yazacakve resimler yapacaktı ama şu an fazla bir şey bilmiyordu. Sadece orada durup, elma ne alaka, diye soruyordu. Yeni neslin konuşma biçimi işte.
Baba aşağı inince daha demin getirip en alt rafa dizdiği boş kavanozların orada saydam penguenler gibi sıralandığını gördü. Bir gülme tuttu. Az önceki parlaması ne kadar anlamsızdı. Kafasında hala o fotoğraf ve genç kızın mutfakta dikilip bir müzedeki resimlere bakar gibi buzdolabının kapağını uzun uzun incelemesi vardı. Veranda, balkondaki tel dolap, salondaki vitrin, lojman ve köy tek tek aklının ipek ilmiklerinden yavaşça geçtiler.
Neden yerde oturuyorsunuz, diye soransa küçük torun olmuştu. Her gelişinde büyüklerin bu fotoğraf üzerine bir şeyler konuşmasına alışmış, o da şimdi aklı biraz daha erdiği için kendince bir soruyla tartışmaya katılmıştı. Ailenin çoğu üyesine göre komik ve tuhaf bir soruydu, ama dedesine kalırsa,aslında akla ilk gelmesi gerekendi bu, ne vardı, çocuk doğru soruyu sormuştu, neden yerde oturuyorlardı ki! Ama çocuğa kimse cevap vermedi. Doğrusu oğlan da alacağı cevapla pek ilgilenir görünmüyordu, sorusunu sormuş, hiç vakit kaybetmeden hemen kendi dünyasına dönmüş ve elindeki tablet bilgisayardan fışkıran binbir rengin içine gömülmüştü.
Bir köy, bir lojmanla başlamıştık, derdi Baba arada bir karısına. Bazen o günleri hiç yaşamamış gibi hissediyordu. Sanki bir makine onları ışınlamış, getirip şimdiki zamana bırakmıştı. Köy ve lojman bir başlangıçtı ama doğada hiçbir şey ilk olduğu haliyle kalmıyordu. Her şey nasıl da değişiyordu.
Anne bu tür düşüncelere uzaktı, böyle şeyler ona fazla filozofik geliyordu. Dünyada öyle kalan var mı, yok, o zaman ne düşüneceksin bunu, boş ver, derdi. Bak çocuklarımız, torunlarımız, iyi kötü bir dairemiz var şimdi. Kendimize ait bir bodruma bile sahibiz. Bodrum denince Baba’nın aklına kaçınılmaz olarak kavanozlar geliyordu. Gene de bir köy bir lojman olmasaydı, derdi Baba, yani o köy ve o lojman olmasaydı, bütün bunlar da olmazdı ya da bu şekilde olmazdı, bu da gün gibi açık. Ben bilmem o kadarını, derdi Anne. O kadar felsefi düşünemem, bir sürü işim var başımda. Sen düşün hepsini benim yerime, bütün gün oturduğun yerde oturuyorsun zaten!
Mesut Barış Övün kimdir:
1973’te İzmit’te doğdu. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dil Bilimi mezunu. İngilizce öğretmeni. Sakarya Üniversitesi’nde çalışıyor.
edebiyathaber.net ( 9 Ağustos 2018)